BİR TARTIŞMANIN ARDINDAN
Ceviz
Kabuğu Programında
Gündeme Gelen Evrimci Yanılgılar
HARUN YAHYA
KÜLTÜR
YAYINCILIK
Tel
: (0 212) 511 44 03
Baskı:Şan
Ofset
Haziran 2001
Taşocağı
Caddesi, Eryılmaz İş Merkezi No:15/B
Çağlayan
- İstanbul Tel: (0 212) 233 05 88
www.harunyahya.org - www.harunyahya.com
www.harunyahya.net
YAZAR VE ESERLERİ
HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar, 1956 yılında
Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra
İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana,
imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanısıra,
yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele
eden iki Peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve
Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında
Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların
içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son
sözü, Peygamberimizin de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da,
yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine
rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel
iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak
susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet
ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir
duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın
tebliğini tüm dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı,
birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve
inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne
sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan
Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan
Brezilya'ya kadar dünyanın pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce,
Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça,
Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca gibi pek çok dile çevrilen
eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu
eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine
vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki
hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslübun, akılcı ve ilmi yaklaşımın
farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki, kesin netice, itiraz edilemezlik,
çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi
biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer
sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün
değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla
savunmaktadırlar, çünkü fikri dayanakları çürütülmektedir. Çağımızdaki tüm
inkarcı akımlar, Harun Yahya külliyatında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım
çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir
övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet
etmiştir. Ayrıca yazarın bu kitaplardan elde ettiği hiçbir maddi kazancı da
yoktur. Ne yazar ne de kitaplarının yayınlanmasına, tanıtım ve dağıtımına
vesile olanlar, bundan maddi bir kazanç elde etmemekte, sadece Allah'ın
rızasını kazanmak için hizmet etmektedirler.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların
görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin
okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların
zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri
dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe
ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır.
İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarın edebi gücünü vurgulamaya yönelik
eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar
varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran
ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça
görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve
karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin
fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup
edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların
kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha
fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun
Yahya külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da
tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa
taşımaya bir vesile olacaktır.
OKUYUCUYA
Çalışmalarımızda evrim teorisinin
çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı
felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın
varlığını inkar eden Darwinizm, 140 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine
ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca
olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin
tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur.
Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu
kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran
ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar
Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın
ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru
işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade
ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça
anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar
"bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini
reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan
gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
Bu kitap ve yazarın diğer eserleri,
okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı
şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup
okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve
tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
Bunun yanında, sadece Allah rızası için
yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük
bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön
son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem,
bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
Kitapların arkasına yazarın diğer
eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede
kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan
hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser
olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir
kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde
görülen, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve
saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se
sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
içindekiler
GİRİŞ
PROF. YAMAN ÖRS'ÜN YANILGILARI
Cansız Dünyada Küçük Moleküllerden Zamanla
Canlı Hücresinin Meydana Geldiği Yanılgısı
Laboratuvarda Canlılığın Sentezlendiği Yanılgısı
Yaman Örs'ün Körü Körüne Bağlandığı İnanç: Materyalist
Felsefe
Yaman Örs'ün Yıllardır Değişmeyen Hikayesi:
Deniz Kıyısındaki Çakıl Taşları
Yaman Örs'ün "Körelmiş Organ" Yanılgısı
ATEİST DERNEĞİ BAŞKANI'NIN YANILGILARI
PROF. BERNA ALPAGUT'UN YANILGILARI
Doğal Seçilim ve Mutasyonların Evrim Meydana Getirdiği
Yanılgısı
Prof. Alpagut'un Fosiller ile İlgili Yanılgısı
Prof. Berna Alpagut'un İnsanın Kökeni Hakkındaki
Yanılgısı
Prof. Berna Alpagut'un Homo Habilis Yanılgısı
İnsanın Afrika Kıtasında Evrimleşip Dünyaya Yayıldığı
Yanılgısı
Evrimci Paleoantropologlardan İtiraflar: "İnsanın
Evrimi Bir Efsane"
PROF. ALİ DEMİRSOY'UN YANILGILARI
Prof. Demirsoy'un Genetik Benzerlikle İlgili Yanılgısı
Ali Demirsoy'un "İnsan Ve Şempanze Genetik
Olarak % 99 Benzerdir" İddiası
İnsan DNA'sı, Solucan, Sinek veya Tavuğa da
Benzemektedir!
Genetik Benzerlikler, Kurulmak İstenen
"Evrim Şeması"nı Alt-Üst Etmektedir
Benzerlikler, Evrimin Değil Yaratılışın Delilidir
Ali Demirsoy'un Bitki ve Hayvan Yetiştiriciliğini
Evrim Delili Sanma Yanılgısı
Ali Demirsoy'un "Türleşme" Yanılgısı
Prof. Ali Demirsoy Neden Çekirgeleri Tercih Etmiştir?
Ali Demirsoy'un Proteinlerin Doğada
Tesadüfen Oluşabilecekleri Yanılgısı
Demirsoy'un Çekirdekli Hücrelerin
Çekirdeksizlerden Evrimleştiği Yanılgısı
Ali Demirsoy'un Hastalıklar Hakkındaki Sağlıksız
Yorumları
Ali Demirsoy'un Saat Çarkları Yanılgısı
Ali Demirsoy'un "Gözün Evrimi" Yanılgısı
Çevre Şartlarının Genetik Bilgi Üzerinde Etkisi Olduğu
Yanılgısı
Ali Demirsoy'un Evrenin Kökeni ve Einstein Hakkındaki
Yanlış Yorumu
Ali Demirsoy'un "Tercüme Çarpıtması" İddiası
Ali Demirsoy'un "Yaratılışı Savunanı Üniversiteden
Atma" Tehdidi
Ali Demirsoy'un Biyolojik Faşizm Yanılgısı
Sayın Demirsoy'a Bir Tavsiye
"EVRİMCİ YARATILIŞ" TEZİNDEKİ YANILGILAR
İsrailoğulları'nın Maymun Kılınmasının Evrimle Hiçbir
İlgisi Yoktur
Prof. İsmail Yakıt’ın "Evrimci Yaratılış"
Yanılgıları
1. Yanılgı: İnsanın "Evrimsel Merhaleler"
Sonucu Yaratıldığı Yanılgısı
2. Yanılgı: Kuran’da Evrimsel Sürece İşaret Bulunduğu
Yanılgısı
3. Yanılgı: Sudan Yaratmanın Evrimsel Yaratılışa İşaret
Ettiği Yanılgısı
4. Yanılgı: Önce Topraktan Sonra Sudan Yaratılmanın
Evrimsel Yaratılışa
İşaret Ettiği Yönündeki Yanılgı
5. Yanılgı: İlk İnsanın Bir Süreç İçinde Yaratıldığı
Yanılgısı
6. Yanılgı: Hz. Adem’in İlk İnsan Olmadığı Yönündeki
Yanılgı
SONUÇ
Notlar
GİRİŞ
1 ve 8 Haziran 2001 tarihlerinde ATV'de yayınlanan ve
Hulki Cevizoğlu'nun sunduğu "Ceviz Kabuğu" adlı tartışma
programlarında çok önemli bazı gerçekler ortaya çıktı. Programlarda
iki hafta üst üste evrim teorisi bilimsel manada tartışıldı. Ancak evrim
teorisi lehinde söz alanların çoğu, bu teoriyi bilimsel bir bakış açısıyla
değil, materyalist felsefeye olan dogmatik bağlılıkları nedeniyle savunduklarını
ortaya koydular...
Programın stüdyo konukları, ilk hafta Prof. Cevat
Babuna ile Prof. Yaman Örs'tü. Babuna, yaratılışın bilimsel bir gerçek
olduğunu, buna dair pek çok kanıt bulunduğunu anlattı. Buna karşılık Yaman Örs
ise evrim teorisini savundu, ancak bilimsel bir delil göstermekten ziyade
felsefi yorumlar yaptı. Yaman Örs'ün söylediği "Allah'a inanan bir
insan bilim adamı olamaz" sözü de, yine evrimci tarafın dogmatizmini
sergiliyordu.
Programın ikinci haftaki stüdyo konukları ise, Prof.
Ali Demirsoy, Prof. Turan Güven ve Prof. İsmail Yakıt idi. Bu ikinci programda
Ali Demirsoy evrim teorisini savunmak adına bilimsel gerçeklerle uyuşmayan pek
çok iddia öne sürdü. Sayın Demirsoy, her ne kadar salt bilimsellik niyetiyle
konuştuğunu iddia etse de, Darwin'den kalma köhne iddiaları bilimsel bulgulara
rağmen savunuyordu.
Bu kitapta, her iki Ceviz Kabuğu programında da söz
alan evrimci konuşmaların yanılgıları cevaplandırılmaktadır. Böylece, hem evrim
teorisinin içine düştüğü bilimsel kriz ortaya konmakta, hem de ülkemizdeki
evrimcilerin bilimsel gelişmelerden ve bilimsel düşünce yapısından ne kadar
uzak oldukları sergilenmektedir. Amacımız bu kitapta ismi geçen evrimcileri
eleştirmek değil, onlar aracılığıyla ortaya çıkan "evrimci dogmatizmi"
göstermek ve aynı zamanda evrim teorisinin bilimsel olarak çökmüş bir teori
olduğunu ortaya koymaktır.
Böyle bir kitap çalışmasına ihtiyaç duyulmasının
nedeni ise, Ceviz Kabuğu programı veya benzeri tartışma platformlarının, evrim
teorisi gibi kapsamlı bir konuyu ele almak için yeterince uygun bir zemin ve
ortam olmamasıdır. Bu programlarda, her ne kadar program sunucusu tarafsız ve
iyi niyetli de olsa, zaman darlığı ve program düzeni nedeniyle bilimsel
deliller yeterince ortaya konamamakta, somut delillerden yoksun olan taraf
(yani evrimciler), demagojiye başvurmaktadır. Kamera karşısındaki bir
tartışmada veya birkaç dakikalık bir telefon konuşmasıyla, bilimsel delillerin,
akademik kaynakların ortaya konmasının mümkün olmadığı açıktır. Araya başka bir
konuşmacının girerek söz kesmesi, telefon bağlantısının kesilmesi, sesin kötü
veya parazitli gelmesi, belge ve delilleri izleyiciye gereği gibi aktarma
güçlüğü gibi pek çok olumsuz faktör, en net ve açık bir konuyu dahi akıcı bir
mantık örgüsünde aktarabilmeyi zorlaştırmakta, hatta imkan dışı kılmaktadır.
Bu nedenle tartışma programlarında, "kim daha
yüksek sesle konuşursa", onun tezinin daha fazla dikkat çektiği bir ortam
oluşabilmektedir. Bunu fırsat bilen evrimciler, "din-bilim çatışması"
gibi hayali tezlerini hararetli, hatta kimi zaman agresif bir üslupla
tekrarlamakta, her türlü gereksiz polemiğe girerek "laf kalabalığı"
yoluyla ilmen yenildikleri tartışmada üstün gelmeye çalışmaktadırlar.
Bu nedenle, konu hakkındaki tartışmanın, bilimsel
içerikli yayınlar (makaleler ve kitaplar) yoluyla yürütülmesi gereklidir.
Nitekim evrim teorisini çürüten ve yaratılışı destekleyen kanıtlar şimdiye
kadar ülkemizde yayınlanmış pek çok kitapla ortaya konmuştur. İlginç olan,
evrimcilerin bu çalışmalar karşısında hep suskun kalmalarıdır. Bilimsel
kanıtlara dayalı cevaplar vermek yerine, imza toplamak, demagojik
deklarasyonlar yayınlamak, hatta kendi öğrencilerinin yaratılışın bilimsel
delillerini anlatan kitapları okumalarını yasaklamak gibi yöntemlere
başvurmaktadırlar. Bu gerçek, kendisi de evrim teorisine inanan bir düşünür
olan, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Arda Denkel tarafından
da 1999 yılında kaleme aldığı bir makalede belirtilmiştir. Denkel, ülkemizdeki
evrimci kanadın demagoji yöntemlerine başvurduğunu, ancak bilimsel açıdan
yaratılışı savunanların "gerisinde kaldıklarını" ifade etmiştir.1
Bu kitapta evrimcilerin bilimin gerisinde kaldıklarını
bir kez daha gözler önüne sereceğiz. Eğer gerçekten bilimsel bir teori
savundukları iddiasında iseler, bu kitaba yine bilimsel yayın yoluyla cevap
vermeleri gerekir. Aksi halde, evrim teorisine bilimsel değil dogmatik bir
bağlılık içinde olduklarını fiilen ilan etmiş olacaklardır.
PROF. YAMAN ÖRS'ÜN
YANILGILARI
1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programına evrim
teorisini savunmak için çıkan Prof. Yaman Örs, tüm program boyunca bu amacına
hizmet edecek hiçbir bilimsel delil öne sürememiştir. Dahası, Örs'ün
konuşmaları, evrim teorisinin, bağlıları tarafından dogmatik bir inanç olarak
benimsendiğini gösteren önemli bir kanıt olmuştur.
Yaman Örs'ün gerek Ceviz Kabuğu programındaki gerekse
diğer konuşma ve yazılarındaki temel mantıklar incelendiğinde, kendisinin
"bilim, yaratılışı kabul edemez, etmemelidir" tezini sürekli olarak
tekrarladığı görülür. Örs'e göre, bir insan bilimsel çalışma yapmak için, evrim
teorisini kabul etmek zorundadır. Bu inancını, "Paleontoloji (fosil
bilimi) mutlaka evrime dayanmalıdır. Evrimci olmayan bir paleontolog
düşünülemez" şeklindeki sözüyle Ceviz Kabuğu programında da özetlemiştir...
Oysa gerek Yaman Örs'ün gerekse diğer pek çok
evrimcinin bir türlü anlayamadığı nokta, evrim teorisinin bizzat bilimsel
bulgular tarafından çürütülmekte oluşudur. Nitekim programa telefonla
bağlanan iki farklı bilim adamı evrim teorisinin iddialarını çürüten bilimsel
gerçekleri vurgulamışlardır. Örneğin;
Fosil
kayıtları evrim teorisine karşıdır, çünkü bu kayıtlar farklı canlı gruplarının
yeryüzünde birbirlerinden bağımsız olarak, aniden ve kompleks yapılarıyla
ortaya çıktığını göstermektedir. Fosil biliminde "sudden
appearance" (aniden ortaya çıkış) olarak adlandırılan bu bilimsel gerçek,
evrim teorisini değil, yaratılışı desteklemektedir.
Evrim
teorisi, canlıların hiçbir plan ve tasarım olmadan, yani bilinçli bir şekilde
yaratılmadan, rastlantılar ve doğa kanunlarıyla ortaya çıktığı iddiasındadır.
Oysa yapılan gözlemler, deneyler, biyomatematiksel hesaplar, bunun mümkün
olmadığını ispatlamıştır. Bir bilgisayarın, metal, plastik, cam gibi
malzemelerin "tesadüfen" birleşmeleriyle oluşmasının imkansız olması
gibi, canlıların da moleküllerin "tesadüfen" birleşmesiyle
oluşması imkansızdır.
Evrimciler
tarafından iddia edilen "evrim mekanizmaları", gerçekte hiçbir evrim
sağlamamaktadır. Doğal seleksiyon ve mutasyon (yani canlı genlerinde oluşan
rastgele değişiklikler) yoluyla, hiçbir canlının avantaj sağladığı, geliştiği
gözlemlenmemiştir. Gerçekte mutasyon canlılara her zaman için zarar
vermektedir. Yani doğada canlıları basitten komplekse doğru geliştiren
"evrim mekanizmaları" yoktur. (Doğal seleksiyon ve mutasyonun hiçbir
evrimleştirici özellikleri olmadığı "Prof. Berna Alpagut'un
yanılgıları" ve "Ali Demirsoy'un Yanılgıları" bölümlerinde
ayrıntılı olarak açıklanmıştır.)
Dikkat edilirse, evrim teorisinin geçersizliğini
ortaya koyan üstteki açıklamalar bilimsel açıklamalardır. Evrimcilerin iddia
ettiği gibi, evrim teorisinin geçersizliği "inanca" değil, bilimsel
gözlem, deney ve hesaplamalara dayanmaktadır. Asıl "inanca" dayalı
iddialar öne sürenler, bu bilimsel gerçeklere rağmen evrim teorisine
"inanan" Darwinistler'dir. Bunu, bu kitap boyunca gözler önüne
sereceğiz
Cansız
Dünyada Küçük Moleküllerden Zamanla Canlı Hücresinin Meydana Geldiği Yanılgısı
Sayın Yaman Örs, programda kendisine sorulan
"dünyada ilk yaşam nasıl başladı?" sorusuna cevap olarak tesadüfen
oluşan küçük moleküllerden tesadüfen büyük moleküllerin oluştuğu, bunların da
tesadüfen ilk hücreleri meydana getirdiği cevabını, yani evrimcilerin klasik
cevabını vermiştir.
Bilimle, özellikle fen bilimleriyle herhangi bir
ilgisi olmayan kişilere "tesadüfen oluşan küçük moleküllerden tesadüfen
büyük moleküller meydana geldi, bunlar da tesadüfen ilk hücreleri meydana
getirdi" senaryosu makul bir iddia gibi gelebilir. Bunlar "molekül
nasıl olsa çok küçük ve basit bir şey, hücre de küçük bir şey. Herhalde
moleküller büyüdükçe hücreyi oluşturmuş olabilirler" gibi düşünebilirler.
Oysaki,
gerçek durum onların düşündüğünden çok farklıdır.
Çünkü,
birincisi, hücre kesinlikle bir "molekül yığını" değildir ve hiçbir
şekilde basit değildir. Hücreler, içinde bulundukları dokulara ve bireylere
oranla (göreceli olarak) hacimsel bakımdan küçük olabilirler, ama organizasyon
bakımından en az o doku kadar, hatta belki daha fazla karmaşıktırlar. Ne
hücresi olursa olsun, ister bir insan hücresi olsun ister bir bakteri, bir
virüs veya bir bitki hücresi olsun, her hücrede son derecede karmaşık, bir o
kadar da organize işlemler gerçekleşir. Öyle ki, hücrede bugünün ileri
teknolojik imkanlarıyla dahi henüz aydınlatılamamış çok sayıda nokta
bulunmaktadır. Hiçbir hücre evrimcilerin hayal ettikleri ve zannettikleri
basitlikte değildir. Bunu görmek için herhangi bir sitoloji veya histoloji
kitabına şöyle bir göz atmak bile yeterlidir.
İkincisi,
küçük molekül – büyük molekül ilişkisi, küçük balon – büyük balon ilişkisi
türünden değildir. Belki inorganik kimyada büyük moleküller küçük moleküllerle
aynı kefeye konabilir, ama organik dünyada bu ayrımı yapmamak büyük bir
bilgisizlik olur. Milyonlarca atomdan oluşan, çok hassas kimyasal bağlarla
ayakta duran nükleik asit molekülleri (DNA ve RNA) ile su, azot, karbondioksit
moleküllerini aynı kefeye koymak gülünçtür. Her ikisi de moleküldür ama
aralarındaki organizasyon farkı, bir uçak gemisi ile bir tahta salın
organizasyon farkı gibidir. Örneğin, bir DNA molekülü, deoksiribonükleotid adı
verilen bir grup molekülün milyonlarcasının bir zincir halinde art arda
sıralanmasından oluşmaktadır. DNA bir yana bunu oluşturan tek bir
deoksiribonükleotid dahi basitlikten çok uzaktır. Her bir deoksiribonükleotid;
bir şeker molekülü (deoksiriboz), bir fosfat gurubu ve bir baz molekülünden
(sitozin, guanin, adenin veya timin) oluşmaktadır. Evrimciler, bunların tekini
bile yapay ortamda sentezleyebilmiş değillerdir. Üstelik, her bir DNA
molekülünün birbiri üstüne sarılmış iki uzun zincirden oluştuğu da gözönünde
bulundurulacak olursa, "moleküler evrim" iddiası gülünç hale
gelmektedir.
İşte
bu sebepledir ki, "moleküler evrim" kavramını 1900'lerin başında
ortaya atan Alexander Oparin'den bu yana yüz yıla yakın bir zamandır evrimciler
basit moleküllerden yola çıkarak daha üst moleküller (makromoleküller) elde
etmenin yollarını aramışlar, ama en kontrollü laboratuvar şartlarında dahi
makul bir çözüm bulamamışlardır.2 Bulma
umutlarını da kaybetmişlerdir. Nitekim özellikle 1960'lardan bu yana bu alana
geniş para, enerji ve insan gücü ayıran üniversiteler, artık uzun zamandan bu
yana en küçük bir yatırım yapmamaktadırlar. Üstelik bu alanda senelerce
araştırma ve çalışma yapan evrimci bilim adamlarının bir kısmı moleküler evrim
iddialarından vazgeçmişlerdir. Örneğin, 1953 yılında DNA sarmalını keşfederek
Nobel Kimya Ödülünü alan Prof. Francis Crick, 1980'lere kadar bu alanda
fanatiklik düzeyinde sayısız makale yayınlamışken, bugün moleküler evrimin
iddialarıyla açıkça alay etmekte, bunları çocuksu masallar olarak
nitelemektedir.3 1970'li yıllarda moleküler evrim teorisinin
önde gelen savunucularından biri olan Prof. Dean Kenyon ise, bugün evrim
teorisini reddetmekte ve canlılığın bilinçli bir şekilde yaratıldığını savunan
"intelligent design" (bilinçli tasarım) teorisini kabul etmektedir.
Üçüncüsü, atomların ve moleküllerin kimyasal reaksiyonlar
sonucunda oluşturabilecekleri bileşiklerin ve yapıların çok net sınırları
vardır. Doğadaki elementlerin ve moleküllerin bu sınırların ötesinde bir yapı
oluşturabilmeleri mümkün değildir. Bu
durum canlı organizmalar için de geçerlidir. Örneğin proteinler, enzimler,
nükleik asitler gibi kompleks moleküller ancak hücredeki bu iş için özelleşmiş
organik makineler tarafından meydana getirilebilir. Doğadaki rastgele
kimyasal reaksiyonlar sonucunda böyle kompleks yapıların meydana gelebilmesi
ise, fizik ve kimya kurallarına açıkça aykırıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, bir metal elementinin çok
çeşitli kimyasal reaksiyonlara girebilme ve çeşitli bileşikler oluşturabilme
özelliği vardır. Ancak bu metal hangi maddelerle ne kadar bileşik yaparsa
yapsın, hangi reaksiyonlara girerse girsin, örneğin bir uçak gövdesi, bir
otomobil karoseri ya da herhangi bir teknolojik cihaz meydana gelmez. Bunun
için bilinçli ve karmaşık bir mühendislik çalışması, planlar, fabrikalar,
robotlar, makineler, tesisler vs. gerekir. Bu saydıklarımızın hiçbiri ise
doğada ya da kimyasal reaksiyonların bünyesinde bulunmaz. Her parçası yerli
yerinde, tüm ayrıntıları ince ince hesaplanmış tasarım ürünleri mutlaka bu
şekilde bilinçli, planlı ve kontrollü müdahaleler gerektirir. Hücredeki
kompleks moleküller, mitokondri, ribozom gibi karmaşık organeller için de aynı
mantık geçerlidir.
Sayın Örs, "küçük moleküllerden büyük moleküller
(makromoleküller) meydana geldi, bunlar da ilk hücreleri meydana getirdi"
cümlesini büyük bir rahatlık içinde bir çırpıda söyleyebilmiş, böylece
canlılığın rastgele kimyasal reaksiyonlarla tesadüfen oluşabildiğini ileri
sürmüştür. Ama eminiz ki eğer kendisi felsefi düşüncelerini değil de biyokimya
veya biyofiziği göz önünde bulundurmuş olsaydı bu iddiasını bu kadar rahat
tarzda ortaya atmazdı.
Laboratuvarda canlılığın sentezlendiği yanılgısı
Sayın Yaman Örs, laboratuvarda bir miktar organik
molekülün sentezlendiğini belirtmiştir. Oysaki, önemli olan organik
molekülleri sentezlemek değil, bunların doğal şartlarda kendi kendine
sentezlenmesidir. Çünkü, doğada bulunması mümkün olmayan özel şartlarda,
yoğunlaştırılmış ortamlarda, hiçbir zaman dış dünyada oluşamayacak basınç ve
ısılar altında, özel enzimler ve katalizörler kullanarak, kontrollü
düzeneklerle yapılan sentezleme işlemlerinin evrimci iddialar açısından bir
anlam ifade etmeyeceği ve hiçbir şeyin delili olamayacağı ortadadır.
Örneğin, evrimciler ilk moleküllerin denizlerde meydana
geldiğini iddia etmektedirler. Ama kendi laboratuvar deneylerinde denizlerin
hiçbir zaman ulaşamayacağı yoğunluklar kullanmaktadırlar. Bunların çoğunda en
az 1.0 molarlık çözeltiler söz konusudur. Oysaki, moleküler evrim deneylerinin
babası sayılan Prof. Stanley Miller'e göre, dünyadaki tüm karbon, azot, kükürt
madenleri denizlere karıştırılsa ve denizler bugünkünün onda birine azaltılsa
dahi elde edilecek çözelti hiçbir zaman 0.01 moları geçemez.4
Yine örneğin, bazı evrimciler deoksiribonükleotidleri
yanyana getirerek ve protein yapısında özel enzimler (DNA polimeraz) kullanarak
birkaç halkalık zincirler elde etmişlerdir. Enzimsiz deneylerde ise hiçbir
zincir elde edilememiştir. Proteinlerin DNA'lar tarafından sentezlendiği
düşünülecek olursa, daha ortada nükleotid bile yokken etrafta protein yapısında
enzimlerin bulunmasının düşünülemeyeceği açıktır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Stanley Miller'ın ünlü
amino asit deneyi de dahil olmak üzere, moleküler evrim alanında yapılan sentez
deneylerinin hiçbirinden sonuç alınamamıştır. Yaklaşık 50 yıldan bu yana
yapılan her deney, moleküler evrim iddialarının bilimsellikten son derece uzak
olduğunu göstermiştir.
Sonuçta, ne Miller Deneyi ne de başka bir evrimci çaba,
yeryüzünde hayatın nasıl oluştuğu sorusunu cevaplayabilmektedir. Tüm
araştırmalar, hayatın rastlantılarla ortaya çıkmasının imkansızlığını ortaya
koymakta ve böylece hayatın yaratılmış olduğunu göstermektedir. Evrimcilerin bu
açık gerçeği kabul etmemeleri ise, bilime tamamen aykırı birtakım önyargılara
sahip olmalarından kaynaklanır. Nitekim Miller Deneyi'ni öğrencisi Stanley
Miller ile birlikte organize eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu ne
kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş
olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir
inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine
inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal
etmek bile bizim için zor.5
Yaman Örs'ün Körü Körüne Bağlandığı İnanç:
Materyalist Felsefe
Aslında Yaman Örs, her ne kadar inanç kavramının
karşısında görünmeye çalışsa da onun da bir inancı vardır. Bu inanç ise diğer
tüm evrimcilerin de bağlı olduğu materyalist felsefeye olan inancıdır.
Materyalist felsefe, sadece maddenin var olduğunu, evrendeki tüm düzenin, tüm
canlıların ve insanın bilincinin sadece cansız, bilinçsiz maddenin ürünü
olduğunu varsayan bir dogmadır. Evrimciler, bu dogmaya inanmış ve sonra da
bilimi buna göre şekillendirmeye kalkmışlardır.
Yaman Örs'ün Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim
adlı kitabında yer alan bir açıklama bu konuda aydınlatıcıdır. Örs, bu kitapta
"insanın evrimi" iddiasının bilimsel dayanaktan yoksun olduğunu kabul
etmekte, ancak "her olayın nedeni bir başka olay olduğuna göre",
(yani herşeyi maddenin kendi içindeki etkileşiminden ibaret saydığı için),
elbet bir gün bu delilin bulunacağını ileri sürmektedir:
"Homo, ne zaman sapiens (akıllı) olarak belirtilebilecek
nitelikleri kazanmış, kendinden önce gelenden tür olarak ayrılmıştır; bunu
bugün için kesin olarak biliyor değiliz. Ancak evrensel nedensellik ilişkisinin
ışığında diyebiliriz ki, her olayın/olgunun nedeni, bir başka olay/olgu
olduğuna göre, biz bu bilgiye ulaşamasak bile, ilke olarak insan türünün
varlık nedeni olarak onu 'evrim ağacının' bütününe bağlayan bir başka türün
bulunması gerektiğini düşüneceğiz."6
Görüldüğü gibi, Yaman Örs, insanın
evrim geçirdiğine dair bir delil olmasa da, "ilke olarak" bu evrime
inandığını ifade etmektedir. Bu önyargılı ve dogmatik yaklaşım, evrimcilerin
ortak zihniyetidir. Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan arkeolog Prof.
Berna Alpagut da yine aynı yaklaşımı sergilemiş, insanın evrimine dair bir
delil olmamasına rağmen, "insan evrimi" hikayesini bilimsel bir
gerçek gibi anlatmıştır.
Yaman Örs'ün Yıllardır Değişmeyen Hikayesi: Deniz
Kıyısındaki Çakıl Taşları
Sayın Yaman Örs bir biyolog değildir
ve programı izleyenlerin de açıkça gördüğü gibi evrim teorisi hakkında da
kapsamlı bir teknik bilgiye sahip değildir. Bunu kendisi de kabul etmekte ve
belirtmektedir. Kendisinin evrim teorisine olan yakınlığı, daha ziyade
savunduğu felsefi görüşlerden kaynaklanmaktadır. Ancak Örs'ün savunucusu olduğu
felsefi görüşler de son derece büyük yanılgılara dayalıdır.
Örs'ün bu konuda etkilendiği
felsefecilerin başında Reichenbach gelmektedir. Örs'ün, kitabında tam 4 kez
tekrarladığı Reichenbach'a ait bir örnek, canlıların bir "tasarım"
olmadan var oldukları iddiasını desteklemek için kullanılan bir benzetmedir:
... Canlı sistemlerin bütüncül davranışlarının sanki bir
tasarımla ("planla") gerçekleşiyormuş gibi görünmesini ne yolla
açıklayabiliriz? Bu sorunun yanıtını Reichenbach bir benzetimden yararlanarak
veriyor. Bir okyanus kıyısındaki çakıl taşlarını ilk kez gören birisi, onların
bir tasarıma göre orada birikmiş olduğunu düşünebilir. Denize yakın bölgede ve
az çok suyla kaplı olarak duran büyük çakılları daha küçükleri izlemekte, daha
sonra ise kum gelmektedir ki burada da önce kaba, daha sonra gittikçe incelen
tanecikler karaya doğru dizilmektedir. Bu görünüş, birisinin kıyıyı
temizleyerek çakılları ve kum taneciklerini büyüklüklerine göre dizdiği
izlenimini verecektir. Gerçekte ise
insan merkezli böyle bir yoruma gereksinimimiz yoktur... Ayıklanma ile birlikte
rastlantı, bir düzen oluşturmaktadır.7
Yaman Örs bu örneği canlıların kökeni konusunda
"mükemmel bir örnek" sanıyor olacak ki, neredeyse yazdığı her yazıda
ve yaptığı her konuşmada tekrarlamaktadır. Bilim ve Ütopya dergisinin
Haziran 1998'de düzenlediği "Evrim Kuramı" konferansında da bu örneği
vermiştir. Aynı yıl içinde İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi'nde verdiği
bir konferansta "deniz kıyısı" örneğini tekrar etmiştir. Yazılarında
da sık sık gündeme getirdiği bu örneği, en son olarak 1 Haziran 2001 tarihli
Ceviz Kabuğu programında da tekrar etmiştir.
Anlaşılan söz konusu "deniz kıyısı" örneği,
Sayın Örs'ün dünya görüşünde önemli bir yer tutmaktadır. Ama bu durum, sadece
Sayın Örs'ün dünya görüşünün yanlışlığını gösterir. Çünkü söz konusu örnek son
derece tutarsızdır.
Bir deniz kıyısındaki kum diziliminin, doğal kanunlar ve
rastlantılar tarafından sağlanabileceği, "insan merkezli" (yani bir
tasarımcıya dayanmayan) bir açıklama ile izah edilebileceği doğrudur. Peki ama
o sahilde, kum diziliminden daha karmaşık bir tasarım varsa? Sahildeki kumların
üzerinde bir yazı, örneğin "Ben Mehmet Öztürk, 2 Haziran'da
buradaydım" şeklinde bir yazı varsa? Veya sahilde, dört bir tarafı su dolu
bir hendekle çevrilmiş, burçları ve kapıları olan gösterişli bir kumdan kale
yer alıyorsa? O zaman da Yaman Örs bu sahili "insan merkezli" bir
açıklama olmadan açıklayabilir mi?
Görüldüğü gibi, Yaman Örs'ün çok
sevdiği deniz kıyısı örneği, bu basit sorular karşısında dahi çürümektedir.
Aslında bu örnek, bizlere evrim teorisinin neden yanlış
olduğunu göstermektedir. Deniz kıyısındaki kum diziliminin doğa kanunlarıyla
açıklanabilmesi, fakat bir yazının veya kumdan kalenin ancak bilinçli bir
"tasarlayıcı"nın ürünü oluşu, bize genel bir kıstas vermektedir:
Allah doğadaki bazı varlıkları ve olguları, doğa kanunlarını vesile ederek
şekillendirir. Ancak kompleks tasarım ve plan içeren yapılar için durum
farklıdır.
İşte canlılar da, ikinci gruba dahildir, yani kompleks
varlıklardır. Bir canlının kompleks yapısı, deniz kıyısındaki bir yazıdan veya
bir kumdan kaleden çok daha hayranlık uyandırıcıdır. Bu gerçek, canlıların
insanın akıl ve bilgisinin çok daha üstününe sahip bir Yaratıcı tarafından
yaratıldığını göstermektedir.
Yaman Örs'ün "Körelmiş Organ" Yanılgısı
Prof. Örs'ü evrim teorisine inanmaya sürükleyen
yanılgıların bir diğeri, 19. yüzyılın sonlarından kalma bir hurafe olan
"körelmiş organlar" kavramını hala geçerli bir bilimsel kanıt
sanmasıdır. Örs, Evrim adlı kitabında "insan bedeninde sayıları
iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntının bulunduğu, en az yarım yüzyıldan beri
bilinmektedir"8 diye yazmakta ve
eklemektedir:
"Geçen yüzyılın sonunda, gerek biyolojik gerek
toplumsal olguların Darwin'in ortaya koyduğu "ileriye yönelik"
evrimlerinin yanında "geriye doğru" bir evrimin bulunduğunu
gösterenler oldu. Organlar ya da onların bölümleri, daha seyrek olarak
toplumsal kurumlar, bu yolla ortadan kalkabilmektedir. Biz bu yapıları,
evrimsel gelişmenin herhangi bir aşamasında ortadan kalkma yolunda olan
"artık" ya da "kalıntı" organlar, organ bölümleri,
toplumsal kurum olarak gözlemleyebilmekteyiz; onların yeni, değişik bir işlev
kazandıkları da olur. Böyle "artık" yapılara biyoloji düzeyinde
insanda ek bağırsak (apendiks), toplumbilim düzeyinde de sayıları gittikçe
azalan krallıklar örnek olarak verilebilir."9
Oysa Prof. Örs'ün büyük bir kendinden eminlik içinde
evrim delili diye sunduğu "körelmiş organlar" iddiası, bilim
dünyasında çoktan terk edilmiş bir hurafeden ibarettir. Yaman Örs'ün sözünü
ettiği "insan bedeninde sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntı",
Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan
"körelmiş insan organları" listesidir. Ama bu listede "körelmiş
organ" olarak gösterilen yapıların gerçekte çok önemli işlevlere sahip
olduğu bir bir anlaşılmıştır. Bunlardan biri, Prof. Örs'ün sözünü ettiği
apendikstir. Apendiks (halk arasında "apandisit" olarak bilinen kör
bağırsak) uzun yıllar evrimci kaynaklar tarafından işlevsiz ve körelmiş bir
organ olarak tanımlanmasına rağmen, 1980'lerden sonraki tıp araştırmaları, bu
organın vücudun savunma sisteminde rol oynadığını göstermiştir. Bu gerçek, 1997
tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir:
Vücuttaki timus, karaciğer, dalak, apendiks, kemik iliği
gibi başka organlar lenfatik sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun
enfeksiyonla mücadelesine yardım ederler.10
Sadece apendiks değil, Yaman Örs'ün ileri sürdüğü sözde
"sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntı"nın hepsinin aslında
önemli işlevler üstlenmiş olduğu bir bir ortaya çıkmıştır. Kendisi de bir
evrimci olan S. R. Scadding Evolutionary Theory (Evrimsel Teori)
dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur Mu?"
başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:
(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş
organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit
etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik
taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde
herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.11
Prof. Örs'ün, tüm bu bilimsel gelişmelere gözlerini
kapayarak, 20. yüzyılın başlarında kalmış evrimci hurafeleri büyük bir
eminlikle sahiplenip delil olarak göstermesi, kuşkusuz ilginç bir durumdur.
Kendisinin bilimsel literatürün hayli gerisinde olduğu anlaşılmaktadır.
(Nitekim kitabında verdiği kaynakların tarihleri de 1950'leri veya 60'ları pek
aşmamaktadır.)
Prof. Örs'ün bu bilimsel gafın üzerine bir de
"toplumbilim düzeyindeki körelmiş yapılar" gibi bir kavram öne
sürmesi ve monarşileri (krallıkları) buna örnek göstermesi ise, ciddiye
alınması mümkün olmayan bir iddiadır. Bu ifadesiyle Prof. Örs, insan
toplumlarındaki gelişim ve değişimleri evrim teorisine delil göstermek gibi bir
yola başvurmaktadır ki, bunun çelişkisi ortadadır. Evrim teorisi, tüm canlıları
doğa kanunları ve rastlantılarla açıklamaya çalışır ve bilinçli müdahelelerin
varlığını reddeder. İnsan toplumlarındaki gelişmeler ise insanların bilinçli
hareketlerinden kaynaklanır. Örneğin monarşilerin çoğunun yıkılıp az bir
kısmının ayakta kalması, insanların bilinçli olarak cumhuriyet idaresini tercih
etmeleri sonucunda olmuş, bazı toplumlar ise bu yönde bir eğilim göstermemiş ve
monarşi yönetimini korumuşlardır. Bunu evrim teorisine örnek göstermesi, hem de
bir yandan "apendiks körelmiş organdır" gibi 100 yıl öncesinden kalma
hurafeleri delil olarak öne sürmesi, Prof. Örs'ün hem konu hakkındaki bilgi
eksikliğini, hem de evrim teorisine olan dogmatik bağlılığını göstermektedir.
ATEİST DERNEĞİ
BAŞKANI'NIN YANILGILARI
Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu
programına katılan bir diğer evrimci, kendisini "Çekmece Ateist
Derneği" adlı müphem bir cemiyetin başkanı ve bir dış mimar olarak tanıtan
Ömer G. isimli şahıstır. Bu kişi seviye, nezaket ve mantıksal tutarlılık
gözetmeden sürdürdüğü konuşmasında, Allah'a inanmadığını belirtmiş ve buna
karşılık inananlardan "ispat" istemiştir. Kast ettiği ispat ise
Allah'ın kendisine gözükmesi manasındadır.
Programı sunan Sayın Cevizoğlu bu kişiye son derece
açıklayıcı bir cevap vermiştir:
Nasıl
bir evi gördüğümüzde onun tesadüfen oluşmadığını, bir mimarın ürünü olduğunu
anlıyorsak, evren ve canlılardaki olağanüstü tasarım, düzen ve planı
gördüğümüzde de, bunun bir Yaratıcı'nın eseri olduğunu anlarız.
Dikkat edilirse, bu örneğin gösterdiği önemli bir sonuç
vardır: Allah'ın varlığını anlamak, akıl gerektirmektedir. Çünkü ancak
akıl sahibi bir varlık, gördüğü nesneleri inceleyip, "bunlar rastgele
meydana gelmemiş, bir tasarlayıcısı var" diye mantık yürütebilir. Buna
karşı aklı olmayanlar, sadece beş duyuları ile algılayabildikleri şeylerin
varlığını bilirler. Örneğin hayvanlar bu şekildedir.
"Allah'ı bize gösterin, yoksa inanmayız" diyen
inkarcılar da benzer bir kavrayışsızlık içindedir. Nitekim
Allah Kuran'da onlar için "... Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha
aşağılıktırlar..." buyurur. (Araf Suresi, 179)
Ateist Derneği Başkanı'nın bir diğer yanılgısı,
"Allah'ı kim yarattı" şeklindeki sorusunda ortaya çıkmaktadır.
Böyle bir sorunun manası yoktur, çünkü
"yaratılmamış", "doğmamış" ve "doğurulmamış"
olmak, zaten Allah'ın birer sıfatıdır. Allah, ezelden beridir var olan yegane
varlıktır ve dolayısıyla üstteki soru mantıksal bir çelişkidir.
Bu soruyu soran Ateist Derneği Başkanı, kendince Allah inancında
bir çelişki yakaladığı zannındadır. Oysa kavrayamadığı husus, Allah'ı kabul
etmemekle, kendisinin bir başka şeyi "ezelden beri var" sayıyor
oluşudur. Bu "ezelden beri var" saydığı şey ise maddedir.
Bu konuyu biraz açalım: Şu an içinde yaşadığımız
evrenin var olduğunu, en azından bu evrenle ilgili algılarımızın ve bizzat
kendimizin var olduğunu biliyoruz. Bu varlığın, bizden ve evrenden de önce var
olan, sonsuz bir varlıktan geldiği ise açıktır. Bir başka deyişle, daima var
olan bir "mutlak varlık" vardır ki, biz ve şu an gördüğümüz
evren onun sayesinde var olmuştur. Akıllı bir insan bu varlığın herşeye güç
yetiren Allah olduğunun bilincindedir. Allah'ın varlığını kabul etmekten kaçan
bir insan ise bu mutlak varlığı madde olarak kabul eder. Ancak madde olarak
kabul ettiğinde, büyük bir açmaza düşmektedir. Çünkü maddenin, tanımı gereği,
bir bilinci yoktur; bir amacı, aklı, tasarım ve düzenleme gücü de yoktur.
Madde, kendisinin varlığının dahi farkında olmayan, ölü bir yığındır.
Dolayısıyla eğer mutlak varlık madde olmuş olsaydı, o zaman şu anda tüm evren
ölü bir madde yığını olmaya devam edecekti. (Yani tüm evren, gazlardan, toz
bulutlarından, ölü gezegenlerden ve diğer gökcisimlerinden ibaret olacaktı.)
Oysa şu anda evrende hem büyük bir düzen ve tasarım
hem de bunu görüp anlayan, takdir eden ve bu konuyu muhakeme edip tartışabilen
bilinçli varlıklar (yani biz insanlar) vardır. Bu da bize göstermektedir ki,
tek mutlak varlık olan Allah, tasarlama, düzenleme, başka varlıklar yaratma,
onlara bilinç ve akıl verme kudretine sahip bir varlıktır. İşte o mutlak
varlık, herşeyin yaratıcısı, sahibi ve hakimi olan, "tüm alemlerin
Rabbi" olan Yüce Allah'tır. Allah Kendisi'ni bize kitabı olan Kuran'da
şöyle tanıtır:
De ki: O Allah, birdir.
Allah,
Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).
O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.
Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir.
(İhlas Suresi, 1-4)
Ateist Derneği Başkanı'nın Kuran hakkında öne sürdüğü
iddialar da, ciddi ve kayda değer tezler değil, sadece kulaktan dolma, din
aleyhtarı bir fanatizmle tekrarlanmış hezeyanlardır. Gerçekte söz konusu
kişinin üslubu, muhakeme düzeyi ve tahammülsüz tavrı, ateizmin de iyi bir
temsili olmuştur. Çünkü başta söylediğimiz gibi, Allah'ın varlığını fark etmek
akıl sahibi insanlara mahsustur, ateizm ise akıl erdirmeyenlerin inancıdır.
PROF. BERNA ALPAGUT'UN
YANILGILARI
1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programına
telefonla katılan arkeolog Prof. Berna Alpagut ise, insanın evrimi senaryosunu
savunmuş ve bu yönde iddialar öne sürmüştür. Ancak Sayın Alpagut'un evrimci
tezleri de birer yanılgıdan ibarettir.
Aşağıda, Sayın Alpagut'un programda ileri sürdüğü
tezler temel başlıklar içinde ele alınmakta ve cevaplandırılmaktadır.
Doğal
Seçilim ve Mutasyonların, Evrim Meydana Getirdiği Yanılgısı
Prof. Berna Alpagut programda öne sürdüğü iddialarını,
evrimin klasik mutasyon ve doğal seleksiyon (seçilim) izahlarına dayandırmaya
çalışmıştır. "Evrim bu zincir içerisinde gelişmiştir diyorum ve
mutasyonlar da bu değişimle ister yavaş ister sıçramalı doğal seçilimle evrim
olayını açıklayamıyorsak neyle açıklayacağız" şeklindeki ifadesiyle de
evrimcilerin teorilerine delil olarak başka bir sözde delil getirememe
çaresizliğini ister istemez vurgulamak zorunda kalmıştır.
Gerçekten de evrim teorisi, kendi öne sürdüğü
iddialarını açıklamakta çaresizdir. Çünkü bugüne kadar evrimi meydana getirdiği
öne sürülen iki mekanizma olan mutasyon ve doğal seleksiyonun hiçbir
evrimleştirici özelliği olmadığı defalarca bilimsel olarak ortaya konmuştur.
Şimdi konu hakkında diğer yerli evrimciler gibi
yüzeysel bilgilere ve hatalı ön kabullere sahip olan Alpagut'un bu yanılgısının
bilimsel cevabını verelim:
Bugün evrim teorisi olarak tanımladığımız
neo-Darwinist model, canlıların iki temel mekanizma sayesinde evrimleştiklerini
öne sürer: "Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Teorinin temel
iddiası şöyledir: "Doğal seleksiyon ve mutasyon birbirlerini tamamlayan
iki mekanizmadır. Evrimsel değişikliklerin kaynağı, canlıların genetik
yapısında meydana gelen rastgele mutasyonlardır. Mutasyonların sebep olduğu
özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir, böylece canlılar
evrimleşirler."
Çok makul bir teori gibi anlatılan bu hikayeyi biraz
incelediğimizde, aslında ortada hiçbir evrim mekanizmasının olmadığını görürüz.
Çünkü ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlar, türlerin evrimleştikleri ve
birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadırlar.
Doğal
Seleksiyon
Doğal seleksiyon, Darwin'den önceki biyologlar tarafından
da bilinen, ancak "türlerin bozulmadan sabit kalmalarını sağlayan bir
mekanizma" olarak tanımlanan bir doğal süreçtir. İlk kez Darwin bu sürecin
evrimleştirici bir gücü olduğu iddiasını ortaya atmış, tüm teorisini de bu
iddiaya dayandırmıştır. Kitabına verdiği isim, doğal seleksiyonun Darwin'in
teorisinin temeli olduğunu gösterir: Türlerin Kökeni, Doğal
Seleksiyon Yoluyla...
Oysa Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları
evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Ünlü bir evrimci olan
İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği şöyle
kabul etmektedir:
Hiç
kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç
kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur.12
Doğal seleksiyon, bulundukları coğrafi konumun doğal
şartlarına uygun yapıda olan canlıların hayatlarını ve nesillerini
sürdüreceklerini, uygun yapıda olmayanların ise yok olacaklarını öngörür.
Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal
olarak hızlı kaçabilen geyikler hayatta kalacaktır. Ama bu süreç, ne kadar uzun
sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Geyikler hep
geyik olarak kalırlar.
Nitekim evrimcilerin "doğal seleksiyonun
gözlemlenmiş örneği" olarak gösterdikleri nadir birkaç olaya baktığımızda,
bunların basit birer göz boyama olduklarını kolaylıkla görebiliriz. Kısaca,
doğal seleksiyon evrimcilerin verdikleri imajın aksine, canlıya herhangi bir
organ ekleyip organ çıkarma, bir türü başka bir türe dönüştürme gibi
özelliklere sahip değildir.
Doğal seleksiyonun evrim teorisine kazandırdığı hiçbir
şey yoktur. Çünkü bu mekanizma, hiçbir zaman bir türün genetik bilgisini
zenginleştirip geliştirmez. Hiçbir zaman bir türü bir başka türe çevirmez;
yani denizyıldızını balığa, balıkları kurbağaya, kurbağaları timsaha,
timsahları da kuşa dönüştüremez. Sıçramalı evrimin en büyük savunucusu olan
Stephen Jay Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmektedir:
Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir:
"Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür." Kimse doğal
seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak
Darwinci teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.13
Doğal seleksiyon konusunda evrimcilerin kullandıkları
yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmayı bilinçli bir tasarımcı gibi
göstermeye çalışmalarıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur.
Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip
değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon karmaşık yapıya sahip sistemleri ve
organları asla açıklayamaz. Söz konusu sistem ve organlar, iç içe geçmiş pek
çok parçanın birarada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa
ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez
komplekslik" olarak tanımlanan özelliğe sahiptirler. Örneğin insan
gözü daha basite indirgenemez, çünkü tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı
sürece işlev görmez.
Bu tür bir sistemi meydana getiren bilincin, geleceği
önceden hesaplayarak, sadece en son aşamada elde edilecek olan faydayı
amaçlaması gerekir. Doğal seleksiyon ise bilinç ve irade sahibi bir mekanizma
olmadığı için, böyle bir şey yapamaz. Bu gerçek, "eğer birbirini takip
eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız
olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen
Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini en temelinden yıkmaktadır.14
Doğal seleksiyon sadece bir canlı türü içindeki sakat, zayıf
ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar. Yeni canlı türleri, yeni
genetik bilgi ya da yeni organlar yaratamaz. Yani, evrimleştiremez. Darwin de
bu gerçeği "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon
hiçbir şey yapamaz" diyerek kabul etmiştir.15 Bu nedenle neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun
yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları koymak zorunda
kalmıştır. Oysa mutasyonlar, sadece ve sadece "zararlı değişiklik
sebebi"dirler.
Mutasyonlar
Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve
genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler
sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA'yı
oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman
da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep
olurlar.
Dolayısıyla evrimcilerin arkasına
sığındıkları mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve
mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi
zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki
veya Çernobil'deki insanların uğradığı türden değişiklikler olabilir: Yani
ölüler ve sakatlar...
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene
sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar
verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender
olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik,
mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten
yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal
bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana
gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük
ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem
bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.16
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı
mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci
Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları
incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin
(Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında
evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:
Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı
olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin
gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki—yani bir canlının daha
gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi—pratikte hepsi zararlı olan
mutasyonların sonucu olabilir?17
O zamandan bu yana yapılan bütün "faydalı mutasyon
oluşturma" çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Evrimciler, çok hızlı
ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri
üzerinde on yıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her
türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon
gözlemlenmedi. Evrimci genetikçi Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:
Bu çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir
gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi
kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek
bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.18
Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman, meyve
sinekleri üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade eder:
Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca
sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi
ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece
pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona
uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat ya da kısır oldular.19
İnsan için de durum aynıdır. İnsanlar üzerinde
gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında "mutasyon
örneği" olarak anlatılan mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik,
orak hücre anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser
gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya
koymaktadır. Elbette ki insanları sakat ya da hasta yapan bir süreç,
"evrim mekanizması" olamaz.
Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceğini
üç ana maddede özetlemek mümkündür:
• Mutasyonlar her zaman zararlıdır: Mutasyon
rastgele meydana geldiği için hemen her zaman mutasyon geçiren canlıya zarar
verir. Mantık gereği, mükemmel ve karmaşık olan bir yapıya yapılacak herhangi
bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez aksine tahrip eder.
Nitekim hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.
• Mutasyon sonucunda DNA'ya yeni bilgi eklenmez:
Genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da
DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde canlıya yeni
bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın sırttan, kulağın
karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar.
• Mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için,
mutlaka üreme hücrelerinde meydana gelmesi gerekir: Vücudun herhangi bir
hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle aktarılmaz.
Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona uğrayıp
orijinal formundan farklılaşabilir, ama bu kendisinden sonraki nesillere
geçmeyecektir.
Kısacası, canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün
değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur. Nitekim
fosil kayıtlarına baktığımızda da, bu imkansız senaryonun zaten yaşanmadığını
görürüz.
Prof. Alpagut'un Fosiller ile İlgili Yanılgısı
Sayın Prof. Alpagut, genel olarak fosil bilimi üzerinde
konuşurken, "fosiller yok olan türlerin bugün yaşayan türlerle farkını
morfolojik olarak gösteriyor" demiştir. Yani, geçmişteki türler ile
günümüzdekiler arasında morfolojik (şekilsel) farklar bulunduğunu ve bunun
evrim teorisi adına bir delil oluşturduğunu ileri sürmüştür.
Oysa gerçekler çok daha farklıdır. Fosil kayıtları,
bundan yüz milyonlarca yıl önce yaşamış olan türlerle, bugünkü canlı örnekleri
arasında hiçbir fark bulunmadığına dair sayısız örnek ortaya çıkarmıştır. Bugün
paleontoloji göstermektedir ki, farklı canlı grupları fosil kayıtlarında aniden
ortaya çıkmış ve milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim geçirmeden
"durağan" bir biçimde kalmıştır. Harvard Üniversitesi paleontologları
Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, fosil kayıtlarının temel karakterini iki
kavramla özetlerler:
1. Durağanlık: Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu
süre boyunca hiçbir yönsel değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk
ortaya çıktıkları andaki yapıları ne ise, kayıtlardan yok oldukları andaki
yapıları da aynıdır. Morfolojik (şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve
belirli bir yönü yoktur.
2. Aniden ortaya çıkış: Herhangi bir lokal
bölgede, bir tür, atalarından kademeli farklılaşmalara uğrayarak aşama aşama
ortaya çıkmaz; bir anda ve "tamamen şekillenmiş" olarak belirir.20
Yani farklı türler fosil kayıtlarında "aniden",
arkalarında hiçbir sözde evrimsel ata olmadan ortaya çıkmakta ve sonra da yüz
milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeden kalmaktadırlar. Bu olgunun bilinen
örnekleri çok fazladır. Örneğin 400 milyon yıllık köpekbalığı fosilleri ile
günümüzde yaşayan köpekbalıkları arasında hiçbir fark yoktur. Sadece
köpekbalıkları değil, yüz milyonlarca yıl önce ortaya çıkmış ve fosil izleri
bırakmış olan balıklar, kurbağalar, karıncalar, yılanlar, kaplumbağalar,
böcekler, yusufçuklar, denizyıldızları, ammonitler, bakteriler gibi daha pek
çok canlı, günümüzdeki örnekleriyle aynı yapıdadır. (bkz. Harun Yahya,
Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul 2000, s. 44-45)
Bu ise evrim teorisinin öngörülerine tamamen aykırı bir
tablodur. Evrim teorisi, doğadaki türlerin daimi bir değişim halinde
olduklarını iddia etmekte, fosil kayıtları ise tam aksine
"durağanlık" göstermektedir.
Dolayısıyla Sayın Berna Alpagut, "fosil kayıtları
evrim teorisini destekliyor" derken, bir gerçeği değil, 150 yıldır
Darwinist paleontologlar tarafından tekrar edilen bir "temenni"yi
ifade etmiştir. Evrim teorisine inanan, ama bu teoriyle bilim arasındaki
çelişkileri de dürüstçe kabul eden iki ünlü paleontolog, Harvard
Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian
Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yapar:
Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında
bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni
yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir.
Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları
elde edecekleri kehanetinde blulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı aşkın süre
boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil
kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale
gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun
değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu
göstermektedir.
Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları ve uzun
zaman dilimleri boyunca hep statik kaldıkları yönündeki gözlem, "kral
çıplak" hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu
görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin'in öngördüğü
tabloyu ısrarla reddeden hırçın bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan paleontologlar,
bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.22
Anlaşılan Sayın Alpagut ya konu hakkındaki literatüre
vakıf değildir ya da evrim teorisinin aleyhindeki delilleri gören, "ama
görmezlikten gelmeyi tercih eden" paleontologlar arasında yer almayı
tercih etmektedir.
Prof. Berna Alpagut'un İnsanın Kökeni Hakkındaki
Yanılgısı
Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan Prof. Alpagut,
en çok insanın evrim tezi üzerinde durmuştur. İddialarını kısaca belirtmek
gerekirse;
İnsanın ve
günümüzdeki kuyruksuz maymunların ortak bir atadan evrimleştiği,
Bu evrimin 5
milyon yıl kadar önce Afrika'da başladığı,
Homo habilis
adı verilen canlıların, "ilk insan" olarak tanımlanabileceği,
şeklindeki klasik evrimci tezleri ileri sürmüştür.
Oysa bu tezler, Sayın Alpagut'un iddia ettiği gibi
bilimsel kanıtlara dayanan gerçekler değil, kanıtlardan tamamen yoksun evrimci
varsayımlardır.
Konuyu açıklamak için, öncelikle insanın evrimi
hikayesinin geçersizliğini kısaca özetleyelim.
İnsanın kökeni konusundaki Darwinist iddia, bugün yaşayan
günümüz insanının maymunsu yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl
önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları arasında bazı
"ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan
bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1— Australopithecus
2— Homo habilis
3— Homo erectus
4— Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına
"güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini
verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey
değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve
ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde
yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş
bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik
taşımadıklarını göstermiştir. Bu araştırmacıların incelemeleri,
Australopithecus'un dik yürüyen bir canlı olduğu konusundaki evrimci iddiayı da
çürütmüştür.23
İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler,
"homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo
serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler,
bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması
oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında
evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20.
yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo
sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder.24
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis >
Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her
birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa
paleoantropologların bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo
erectus'un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını
göstermektedir.25
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir
bölümü çok yakın zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve
Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.26
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları
oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid
(insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların
biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında
evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.27
İnsanın evrimi senaryosunun kanıttan yoksun olduğu, pek
çok evrimci tarafından itiraf edilir. Evrimci paleontologlar Villie, Solomon ve
Davis, "biz insanlar fosil kayıtlarında aniden beliriyoruz"
diyerek, insanın yeryüzünde aniden, yani hiçbir evrimsel atası olmadan ortaya
çıktığını kabul etmektedirler.28
Yine evrimci olan Collard ve Wood ise 2000 yılında kaleme
aldıkları bir makalede "insan evrimi hakkındaki mevcut filogenetik
(evrimsel) hipotezler hiç güvenilir değil" demek zorunda
kalmaktadırlar.29
Prof. Berna Alpagut'un Homo habilis Yanılgısı
Prof. Berna Alpagut'un "ilk insan" olarak
tanımladığı Homo habilis ise, gerçekte evrim teorisinin gereklerine göre
üretilmiş zoraki ve hayali bir sınıflamadır. 1980'lerden bu yana pek çok uzman,
Homo habilis'in gerçekte bir Australopithecus türü olduğunu savunmaktadır.
Amerikalı
antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo
habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu
göstermiştir. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo
neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle
der:
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak
yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika
maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal
türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.30
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı
üç anatomi uzmanı, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu
yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya
yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor,
Wood ve Zonneveld'in, inceledikleri tüm Australopithecus ve dahası Homo habilis
örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınınkilerle aynıydı. Homo
erectus'un iç kulak kanalları ise, aynı günümüz insanlarındaki gibiydi.31
Bu
bulgu çok önemli iki sonucu göstermektedir:
(1)
Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan
sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.
(2)
Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun
iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.
(3)
Homo erectus ve daha sonraki Homo sapiens archaic, Homo sapiens
neanderthalensis gibi sınıflamalar ise, dik yürüyen, iskelet yapısı olarak
bizden farksız, sadece bazı özgün ırk karakterleri taşıyan insan gruplarıdır.
Başta da belirttiğimiz gibi, Homo
habilis sınıflaması, evrimci paleontologların, tartışmasız bir maymun türü
Australopithecus ile bilinen ilk insan ırkı olan Homo erectus arasında bir
geçiş aşaması bulma çabası sonucunda ortaya atılmış zoraki bir sınıflamadır.
Kanıtlar, Homo habilis kategorisine dahil edilen fosillerin de aslında
Australopithecus'a ait olduğunu ve insanların yeryüzünde aniden ve hiçbir
ataları olmadan ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını göstermektedir.
İnsanın Afrika Kıtasında EvrimleşipDünyaya Yayıldığı Yanılgısı
Evrimcilerin insanın sözde evrimi konusunda öne
sürdükleri diğer bir iddia da, insanın Afrika kıtasında evrimle meydana gelip
oradan dünyaya yayıldığı şeklindedir. Prof. Berna Alpagut'un "En eski
insan 5 milyon yıl önce Afrika'daydı" ifadesi de bu hipoteze
dayanmaktadır. Ancak bilimsel veriler evrimcilerin "Afrika kökenli
insan" tezini çürütmüş bulunmaktadır. Bununla beraber bu tezi doğrulama
amacıyla bugüne kadar yaptıkları her çalışma, önyargıların doğurduğu
yanlışlarla doludur.
Afrika kökeni tezine temel sağlayan bu araştırmanın
geçersizliği, tarafsız bir bilimsel gözle incelendiğinde hemen ortaya çıkar;
çünkü insan mitokondriyel-DNA'sının şempanze mitokondriyel-DNA'sından
evrimleştiğine kanıt arandığı bir çalışmada, insanın atası olarak şempanze
başlangıç noktası olarak alınmıştır. Daha çalışmanın başında evrim gerçekleşmiş
varsayımı ile hareket edilmiş, sonra da elde edilen sonuç "evrim
kanıtı" gibi gösterilmiştir. Bu yüzden çalışma bilimsel yönteme tamamen
ters olup, "kendi iddiasını, aynı iddiaya delil gösterme"
örneğidir.
İlk olarak 1987 yılında ortaya atılan bu tez, daha sonra
1992 yılında da doğrulanmaya çalışıldı. Bu teoriyi ilk olarak ileri süren
Berkeley'li biyokimyacılar Wilson, Rebecca Cann ve Mark Stoneking, üç temel
önyargıdan yola çıktılar:
1- Şempanze mitokondriyel-DNA'sı, milyonlarca yıl içinde
yavaş yavaş değişmişti ve günümüz insanının mitokondriyel-DNA'sı olarak
varlığını sürdürmeliydi.
2- Düzenli aralıklarla oluşan mutasyonlar sonucu
mitokondriyel-DNA da değişmeli ve günümüz insanındaki haline dönüşmeliydi.
3- Bu mutasyonlar sabit bir hızda ve devamlı olarak
meydana gelmeliydi.
Bu şartları kabul eden araştırmacıların tek amacı insanın
kökeninin Afrika'da yaşayan bir hominid (maymunsu) olduğunu kendilerince
ispatlamaktan başka bir şey değildi.
Evrimci araştırmacılar bu konuyla ilgili, önyargılarını
kamufle edeceğini umdukları bir bilgisayar programı geliştirdiler. Oysa
program, milyonlarca istenmeyen ihtimale rağmen, evrimin en direkt ve verimli
yolu takip ettiği yargısını doğrulayacak şekilde ayarlanmıştı. Nitekim bu
araştırmanın bilimsel yönteme ters düştüğü, evrim teorisini savunan pek çok
bilim adamı tarafından dahi kabul edildi. Nature dergisinin editör
kurulundan Henry Gee, "Afrika Cenneti Üzerindeki İstatistiksel Bulut"
başlıklı yazısında mitokondriyel-DNA çalışması sonuçlarını "süprüntü"
olarak değerlendirdi.32 Çünkü Gee, yapılan göz
boyamayı fark etmişti. Araştırmayı istatistiki açıdan değerlendiren Gee,
incelenen 136 mitokondriyel DNA serisi ele alındığında, çizilen soy ağaçlarının
sayısının 1 milyarı geçmesi gerektiğini bildiriyordu. Ancak 1 milyar tesadüfi
soy ağacı yok sayılmış ve şempanze-insan arasında evrim olduğu varsayımına
uygun olan tek soy ağacı seçilmişti.
Aynı günlerde, Washington Üniversitesi'nden ünlü
genetikçi Alan Templeton da DNA serilerinden yola çıkarak günümüz insanının
kökeni için bir tarih belirlemenin teknik olarak mümkün olamayacağını yazdı. Science
dergisinde yayınlanan makalesinde DNA'ların insan toplulukları arasında
bile oldukça fazla harmanlanmış olduğunu belirterek, soy ağacında tek bir
insana ait mitokondriyel DNA'yı matematiksel olarak ayırt etmenin imkansız
olduğunu ortaya koydu. 33
Bu referansların arasında en önemlisi ise, tezin
sahiplerinden gelmiştir. 1992 yılında çalışmayı tekrarlayan Mark Stoneking
(Pennsylvania Eyalet Üniversitesi) Science dergisine yazdığı bir
mektupta "mitokondriyel Havva" iddiasının geçersiz olduğunu kabul
etti.34 Çünkü çalışmanın, her yönü ile istenen sonuca
yönelik ayarlandığı inkar edilemeyecek derecede açıktı.
Son günlere ait, tezin doğruluğunu tartışan diğer bir
makalede de, farklı görüşe sahip evrimcilerin tartışmalarına yer verilmiştir.
Çok bölgeden insanın dünyaya yayıldığı fikrini savunanlar, Y kromozomu üzerinde
yaptıkları genetik araştırmalar sonucu insanın atasının Afrika'dan çıkmadığını
ortaya koydular.35 California Üniversitesi, Berkeley'den Prof.
Vince Sarich de, Nisan 2001'de düzenlenen yıllık Antropoloji Kongresinde
yaptığı konuşmasında, "Ben artık değiştim, günümüz insanının Y
kromozomunda geçmişe ait bir soy bulunmamakta. Mitokondriyel-DNA'ya ait eski
bir ata da bulunmamaktadır. Herşey tamamen değişti." dedi. 36
Ünlü evrimci Vince Sarich'in de fikrini değiştiren
genetik çalışmalar, insanın atasını, ne mitokondriyel-DNA ne de Y-kromozomu
incelemeleriyle tespit etmenin imkansızlığını ortaya koymuştur.
Kısacası Prof. Berna Alpagut'un sözünü ettiği "Afrika
kökeni" iddiası, dayanağı kalmamış eski bir hipotezdir. Genetik
incelemeler ışığında, savunanlarının bir bir terk etmek zorunda kaldığı bu
iddia, diğer pek çok evrimci spekülasyonun başına geldiği gibi bilim alanında
dayanaksız kalmıştır.
Evrimci Paleoantropologlardan İtiraflar: "İnsanın Evrimi Bir
Efsane"
İnsanın evrimi iddiasının hayali olduğunun ilginç bir
göstergesi, bulunan yeni fosillerin iddiayı desteklemek yerine çelişkili hale
getirmesidir. ABD'nin en önde gelen paleontologları arasında yer alan Harvard
Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian
Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yapmışlardır:
Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi
olduğu düşüncesi, bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili
bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi.
Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur.37
Konunun uzmanı olan diğer pek çok evrimci, aslında
savunduğu teori hakkında son derece kötümser düşüncelere sahiptir. Örneğin ünlü
Nature dergisinin en önemli bilim yazarı Henry Gee, "insanın evrimi
ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir
kutuya sığabilecek kadar az olduğunu" söyler. Gee'nin bundan vardığı sonuç
ilginçtir:
"Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi
şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve
insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve
bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir
bilimsel hipotez değil, ama gece yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir
iddiadır—eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir.38
Aslında "insanın evrimi" masalı, materyalist
felsefeye inanan bir grup insanın, doğa tarihini bu dogmatik inançlarına göre
yazma çabasından başka bir şey değildir. İngiliz Bilim İlerleme Derneği'nin
(British Association for the Advancement of Science) 1980'lerdeki bir
toplantısında, Oxford Üniversitesi tarihçisi John Durant bu konuda şu yorumu yapmıştır:
"Acaba, aynen "ilkel" efsaneler gibi, insan evrimi teorileri
de kendilerini yaratanların değer sistemlerini, onların kendileri ve toplumları
hakkındaki inanışlarını geçmişe yansıtarak, güçlendiriyor olabilir mi?"39 Durant daha sonraki bir yazısında ise şöyle
demektedir:
İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek bilim-öncesi
gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği kuşkusuz
sorulmaya değer bir konudur... Yakından incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki,
her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler geçmiş kadar bugünü de
yansıtmaktadır, geçmişteki atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi
yansıtmaktadır.... Bilimin bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen
ihtiyacımız vardır.40
Kısacası, insanın
kökeni hakkındaki evrim teorileri, bu teorileri üretenlerin önyargılarını ve
felsefi inançlarını yansıtmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu
gerçeği kabul eden bir diğer evrimci, Arizona State Üniversitesi antropoloğu
Geoffrey Clark'tır. Clark, 1997'deki bir yazısında şöyle der:
Önümüzdeki
bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki
varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz bu hem politik hem de
subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği
değil.41
Görüldüğü gibi, Batı dünyasında önde gelen pek çok
paleoantropolog, "insanın evrimi" teorisinin bilimsel dayanaklardan
yoksun bir "mit" (efsane) olduğunu kabul etmektedir. Gerçekler böyle
iken Sayın Prof. Berna Alpagut'un bu efsaneyi kanıtlanmış bir gerçek gibi sunması
kuşkusuz inandırıcı değildir.
Sayın Alpagut kendisinin de dahil olduğu bir kaç
kazıda ortaya çıkan fosil kalıntılarından etkilenerek belki gerçekten de
kendisini bu efsaneye inandırmış olabilir. Nitekim evrimciler arasında bu yönde
bir eğilim olduğu bilinen bir gerçektir. Evrimci Greg Kirby, Biyoloji
Öğretmenleri Birliği'nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi
şöyle ifade etmiştir:
"Eğer
bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını
bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü
bir istek duyarsınız".42
Sayın Prof. Berna Alpagut'a tavsiyemiz, şimdiye kadar
belki de hiç sorgulamadan inanmış olduğu evrim efsanesini yeniden düşünmesi,
nasıl var olduğu sorusunu bir kez daha, ama bu kez sırf akıl ve vicdan
süzgecinden geçirerek yeniden değerlendirmesidir. O zaman kendisinin -ve tüm
insanların- cansız maddenin tesadüfen canlanmasıyla oluşmadığını, Allah
tarafından yaratıldığını belki kavrayacaktır.
PROF. ALİ
DEMİRSOY'UN
YANILGILARI
Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programının 1. bölümüne
telefonda, 2. bölümüne de stüdyoda katılan Hacettepe Üniversitesi'nden Prof.
Ali Demirsoy ise, çeşitli biyolojik olayları aktarmış, ama bunları çarpıtarak
evrim delili gibi sunmuştur. Bu bölümde, Prof. Demirsoy'un iddiaları
cevaplandırılacak, çelişkileri gözler önüne serilecektir. Ayrıca, evrim
teorisine bağlılık adına ne denli dogmatik bir bakış açısı geliştirdiği de,
kendi sözleri ışığında, ortaya konacaktır.
Prof.
Demirsoy'un Genetik Benzerlikle İlgili Yanılgısı
Prof. Ali Demirsoy, telefonda yaptığı açıklamalar
sırasında evrim teorisine delil olarak "genetik benzerlik" kavramını
ileri sürmüştür. Bu konuda belirttiği örnek ise, insanlar ile Nematod filumuna
bağlı solucanlar arasındaki genetik benzerliktir. Demirsoy şöyle demiştir:
"Benzemek önemli bir özelliktir. Ortak genden gelme
denir. Örneğin bugün bağırsak solucanının akrabası olan Nematod'un bütün gen
şifresi çözüldü. 19 bin geninin tümden insana benzediği saptandı... Hayır
ortak atalarımız var."
Görüldüğü gibi, Demirsoy iki farklı canlı türü
arasında genetik bir benzerlik olduğunu belirttikten sonra, hemen bir çıkarım
yapmakta "ve ortak atalarımız var" demektedir. Yani Demirsoy'a göre
canlılar arasındaki her benzerlik, "ortak ata" tezinin, diğer
ifadeyle evrim teorisinin kanıtı olmalıdır.
Oysa gerçekte durum böyle değildir.
Farklı canlı türleri arasında benzer yapılar
bulunduğu, evrim teorisi ortaya atılmadan önce de bilinen bir gerçektir.
Evrim teorisinin 20. yüzyılın başlarından itibaren bilim
dünyasına hakim olmasıyla birlikte, benzerliklere getirilen "ortak
ata" yorumu hakim duruma gelmiştir. Canlılardaki her benzerlik,
aralarındaki evrimsel bir ilişkinin kanıtı olarak yorumlanmıştır.
Oysa son 20-30 yıl içinde elde edilen
bulgular, durumun hiç de öyle olmadığını göstermektedir. Özetle;
1- evrimcilerin hiçbir evrimsel bağ
kuramadıkları, bütünüyle farklı sınıflara ait canlılarda bile
"homolog" (benzer) organların var olması,
2- benzer organlara sahip canlılarda,
bu organların genetik şifrelerinin çok farklı olmaları ve,
3- bu organların embriyolojik gelişim
safhalarının birbirinden çok farklı olması, homolojinin evrime hiçbir dayanak
oluşturmadığını göstermiştir.
Kısacası, birbirlerine benzer organlara sahip
canlıların, aralarında hiçbir evrimsel ilişki kurulamayacak kadar uzak canlılar
olduğu anlaşılmıştır.
Örneğin ahtapot ve insan, aralarında
hiçbir evrimsel bağlantı kurulamayan, son derece farklı canlılardır. Fakat her
ikisinin de gözleri, yapı ve fonksiyon bakımından birbirine çok yakındır.
İnsanla ahtapotun benzer gözlere sahip ortak bir ataları olması gibi hayali bir
senaryoyu ise evrimciler bile iddia edememektedirler.
Bu durum karşısında, evrimciler bu
organların arasında evrimsel bir ilişki olmadığını, ama tesadüfen aynı şekilde
geliştiklerini iddia etmek zorunda kalmışlardır. Buna verdikleri sözde bilimsel isim ise "paralel
evrim"dir. Ama paralel evrim iddiası, evrimciler açısından bir çözüm
değil, aksine daha büyük bir çıkmazdır. Eğer ahtapotun gözü, evrimcilerin iddia
ettiği gibi tamamen tesadüfen ortaya çıkmışsa, nasıl olur da omurgalı gözü de
tıpatıp aynı tesadüfleri tekrarlayarak ortaya çıkabilir? Bu soruyu düşünmekten
"başı ağrıyan" ünlü evrimci Frank Salisbury şöyle yazmaktadır:
Göz kadar kompleks bir organ bile farklı gruplarda ayrı
ayrı ortaya çıkmıştır. Örneğin ahtapotta, omurgalılarda ve artropodlarda.
Bunların bir defa ortaya çıkışlarını açıklamak yeteri kadar problem
oluştururken, modern sentetik (neo-Darwinist) teoriye göre, farklı defalar
ayrı ayrı meydana geldikleri düşüncesi başımı ağrıtmaktadır.43
Bu örnek, bizi önemli bir sonuca ulaştırmaktadır: Eğer
farklı canlı türleri arasında benzer yapılar varsa, ama bu canlı türleri evrim
teorisine göre birbirlerine uzak canlılarsa, o zaman bu benzerlikler evrim
teorisi için büyük bir problemdir.
Bu sonuca vardıktan sonra, Ali Demirsoy'un nematod
solucanları ile insanlar arasındaki benzerlik iddiasına bakalım.
Demirsoy'un sözünü ettiği nematod solucanları, Kambriyen
devirde ortaya çıkmış bir canlı filumudur (yani tamamen kendisine has bir vücut
planına sahip olan bir canlı grubudur.) İnsanlar ise, biyolojik sınıflandırmaya
göre, tamamen ayrı bir filum olan "Chordata"nın içinde yer alırlar.
Bu iki farklı filum da Kambriyen devirde ortaya çıkmıştır, daha önceki jeolojik
devirlerde hiçbir ataları yoktur. Evrimciler de, insan ile nematod solucanı
arasında hiçbir evrimsel akrabalık kuramazlar.
Dolayısıyla, Demirsoy'un insanla nematod solucanları
arasındaki genetik benzerliği belirttikten sonra, "ortak atalarımız
var" demesi, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir spekülasyondur. Böyle bir
ortak atanın varlığına dair en ufak bir kanıt bulunmamaktadır.
Bunun da ötesinde, nematod solucanları ile insanlar
arasındaki genetik benzerlik, "aralarında evrimsel ilişki kurulamayan
canlılar arasındaki benzerlik" kategorisine dahildir ve evrim teorisi
lehinde değil, aleyhinde bir delildir. Bir başka deyişle, nematod-insan
DNA'sı arasındaki benzerlik, gerçekte bir "ortak tasarım" delilidir.
Nitekim bu benzerliğin yapısını incelediğimizde, "ortak
tasarım" gerçeği daha açık biçimde ortaya çıkar. İnsan-nematod arasındaki
genetik benzerlik, her iki canlının DNA'larının, benzer proteinleri sentezleyen
DNA bölümlerine sahip olmalarıdır. Ancak bu benzerlik yapısal değil,
işlevseldir. Üretilen benzer proteinler tamamen aynı olmadığı gibi, ilgili
DNA parçaları da farklı şifre dizilimlerinden oluşmaktadır. Ancak benzer
proteinler aynı işlevi görebilmektedirler.
Bu, sırf nematodlar ile insan arasında değil, çok farklı
canlılar arasında da rastlanan bir durumdur. Aynı atmosfer ve çevre şartlarını
paylaşan, aynı kimyasal molekülleri enerji olarak kullanmak durumunda olan
organizmalar, benzer kimyasal tepkimeleri kullanmaktadırlar. Tabii ki bu farklı
organizmalar, aynı elementleri ve molekülleri işlemek üzere benzer proteinler
ve enzimler üreteceklerdir. Bu benzerlik, onların birbirinden evrimleştikleri
anlamına gelmez. Aksine, içinde bulundukları şartlara uygun olarak, her birinde
"ortak tasarım" ürünü yapılar bulunduğunu gösterir.
İşte nematodlar ve insan arasındaki benzerlikte de aynı
durum söz konusudur. Bu örnek, Ali Demirsoy'un iddia ettiği gibi bir
"ortak ata" delili değil, "ortak tasarım" delilidir. Diğer
bir deyişle, yaratılışın bir kanıtıdır.
Prof. Demirsoy'un "İnsan Ve Şempanze
Genetik Olarak % 99 Benzerdir" İddiası
Prof. Ali Demirsoy'un
Ceviz Kabuğu programlarında dile getirdiği bir başka iddia "insan ve
şempanzenin genlerinin % 99 oranında benzer olduğu" iddiasıdır. Bu, sırf
Ali Demirsoy'un değil, hemen her evrimcinin sık sık dile getirdiği klişe bir
iddiadır. Ancak tamamen çarpıtılmış bir "sahte delil"dir.
Söz konusu benzerlik
oranı kimi zaman % 99, % 98 veya % 97 gibi farklı "versiyon"larla
ileri sürülmektedir. Oysa bu tamamen aldatıcı bir iddiadır.
İnsanla şempanzenin
genetik yapısının %98 birbirine benzer olduğunu iddia etmek için şu anda
insanınkinin olduğu gibi şempanzenin de genetik haritasının çıkarılması,
ikisinin karşılaştırılması ve bu karşılaştırma sonucunun elde edilmiş olması
gerekir. Oysa elde böyle bir sonuç yoktur. Çünkü, şu ana kadar yalnızca
insanın genetik haritası çıkartılmıştır. Şempanze içinse henüz böyle bir
çalışma yapılmamıştır.
Peki bu benzerlik
oranı iddiası nereden çıkmıştır? Bu benzerlik insanda ve şempanzede bulunan 30-40
civarındaki bazı temel proteinin amino asit dizilimlerinin benzerliğinden
yola çıkılarak yapılmış olağanüstü abartılı bir genellemedir. Bu proteinlere
karşılık gelen DNA dizilimleri üzerinde "DNA hibridizasyonu" adı
verilen bir yöntemle "sekans analizi" (sequence analysis) yapılmış ve
sadece bu sınırlı sayıdaki proteinler karşılaştırılmıştır.
Oysa insanda 35 bin
civarında gen ve bu genlerin kodladığı 10 bini aşkın protein vardır. Bu yüzden,
bunca proteinin sadece 40 tanesinin benzemesiyle insan ve maymunun bütün
genlerinin %98 aynı olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.
Kaldı ki, söz konusu
40 protein üzerinde yapılan DNA karşılaştırması da tartışmalıdır. Bu
karşılaştırma, 1987 yılında Sibley and Ahlquist adlı iki biyolog tarafından
yapılmış ve Journal of Molecular Evolution dergisinde yayınlanmıştır.44 Oysa daha sonra bu ikilinin verilerini
inceleyen Sarich isimli bilim adamı, kullandıkları yöntemin güvenilirliğinin
tartışmalı olduğu ve verilerin abartılı yorumlandığı sonucuna varmıştır.45 Bir başka biyolog olan Dr. Don Batten, 1996
yılında konuyu incelemiş ve gerçek benzerlik oranının % 98 değil % 96.2 olduğu
sonucuna varmıştır.46
İnsan DNA'sı, Solucan, Sinek veya Tavuğa da Benzemektedir!
Kaldı ki söz konusu bu temel
proteinler diğer pek çok farklı canlılarda da bulunan ortak hayati
moleküllerdir. Yalnızca şempanzede değil, bütünüyle farklı canlılarda bulunan
aynı tür proteinlerin de yapısı insandakilerle çok benzerdir.
Örneğin, New
Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve
insan DNA'larında %75'lik bir benzerlik ortaya koymuştur.47 Bu, elbette insan ile bu solucanlar arasında
sadece %25'lik bir fark bulunduğu anlamına gelmemektedir! Eğer evrimcilerin
kurguladığı soy ağacına bakılırsa, insanın dahil edildiği Chordata
filimu ile Nematoda filumlarının 530 milyon yıl önce bile birbirlerinden
ayrı oldukları görülür.
Öte yandan bazı
proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara
yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi'ndeki araştırmacıların
yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinlerini
karşılaştırmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan
ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki
en yakın akraba ise timsahtır.48 Bu örnekler, genetik benzerlik kavramının evrim
teorisine bir delil oluşturmadığını göstermektedir. Çünkü genetik benzerlikler
iddia edilen evrim şemalarına uymamakta, aksine bunlara tamamen ters sonuçlar
vermektedir.
Genetik Benzerlikler, Kurulmak İstenen "Evrim Şeması"nı Alt Üst
Etmektedir
Nitekim olaya bir
bütün olarak bakıldığında, " biyokimsayal benzerlikler" konusunun
evrime delil olmadığı, aksine teoriyi çaresiz bıraktığı görülmektedir. South
Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden biyokimya araştırmacısı Dr. Christian
Schwabe, moleküler alanda evrime delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş
evrimci bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler
üzerinde incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya
çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil
elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Science
dergisindeki bir makalesinde şöyle demektedir:
Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya
çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metod olarak kabul
edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi.
Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken
moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor.
Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha
önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum.49
Ünlü biyokimyacı
Prof. Michael Denton da moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara
dayanarak şu yorumu yapar:
Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve
diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi,
evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin
olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin
"atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da
"gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir
asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul
görmeyebilirdi.50
Benzerlikler, Evrimin Değil Yaratılışın Delilidir
Elbette insan
bedeninin diğer canlılarla moleküler benzerlikleri olacaktır; çünkü aynı
moleküllerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden
oluşan besinleri tüketmektedir. Elbette ki metabolizmaları ve dolayısıyla
genetik yapıları birbirine benzeyecektir. Ancak bu, onların ortak bir atadan
evrimleştiklerinin bir delili değildir.
Ama bu "ortak
malzeme", bir evrimin değil "ortak tasarımın", yani hepsinin
aynı plan üzerine yaratılmış olmalarının sonucudur.
Bir örnek konuyu açıklayabilir:
Dünya üzerindeki tüm inşaatlar da benzer malzemelerle (tuğla, demir, çimento
vs.) yapılır. Ama bu durum bu binaların birbirlerinden
"evrimleştikleri" anlamına gelmez. Ortak bir malzeme kullanılarak,
ayrı ayrı inşa edildiklerini gösterir. Canlıların durumu da böyledir.
Canlılık evrimin iddia ettiği gibi
bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz bir bilgi ve akıl sahibi olan Yüce
Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.
Ali Demirsoy'un Bitki ve Hayvan Yetiştiriciliğini Evrim Delili Sanma
Yanılgısı
Ali Demirsoy, telefonla bağlandığı Ceviz Kabuğu
programında, evrim teorisine gerçekte hiçbir delil oluşturmayan bazı biyolojik
olguları uzun uzun anlatmış, bunlar sayesinde evrim teorisini destekleyen çok
büyük deliller ortaya koyduğunu zannetmiştir. Oysa Demirsoy'un bu açıklamaları,
sadece kendisinin konu hakkındaki yanlış bilgi ve hatalı değerlendirmelerini
göstermektedir.
Demirsoy'un dile getirdiği biyolojik
olgulardan biri, genetik ıslah yöntemleriyle farklı bitki ve hayvan cinslerinin
yetiştirilmesi konusudur. Bu konuyu dile getirirken, şu ifadeleri kullanmıştır:
Bu düşünce tarzı bize nelere mal oldu bilir misiniz?
Anadolu'da ıslahı başaramadık, çünkü bunun altında çok önemli bir sorun
yatıyor. Tüm canlılar ortak bir alfabeye ya da işleyişe sahip olmasaydı son
zamanlarda Sayın Cevat Babuna'nın da yemiş olduğu Napolyon kirazı, bilmem ne
şeftalisi, bilmem ne elması gibi yan çeşitlenmeler başarılamayacaktı. Bugüne
kadar buna ihtimal vermeyen mitlerle yolunu bulmaya çalışan toplumlar bu
nedenle ne tarım ürünlerinde ne de hayvanlarda ıslah yapabildi. Ekonomik tarım
ürünlerinin yaklaşık % 50'sinin evrimleştiği Ön Asya'da, Anadolu'da, 600'ün
egemen olmasına karşın tek bir türde ıslah yapamadık. Laleyi Hollandalılara,
kirazı Fransızlara, şekeri Amerikalılara gönderdik. Islah ettirdik ve büyük
paralar ödeyerek geri aldık. Niye, çünkü canlıların değişmez olduğunu empoze
eden öğretilerle büyütülmüşüz…
Demirsoy'un bu sözlerinde iki ayrı yanılgı vardır:
1) Yaratılışa inanan insanların, bitki (veya hayvan)
türlerinin ıslahına karşı çıktığı yönünde hayali bir iddia öne sürmektedir.
2) Söz konusu ıslah çalışmalarını evrim teorisi lehine
bir delil sanmaktadır.
Bunların her ikisi de, bir bilim adamından beklenmeyecek
büyük yanılgılardır. Öncelikle, yaratılışı kabul eden insanların, bitki veya
hayvan türlerinin ıslah edilmesine karşı çıktığı iddiası, tamamen temelsizdir.
Bitki ve hayvan türlerinin ıslahı, evrim teorisinin Darwin tarafından ortaya
atılmasından çok daha önce başlamış bir çalışmadır. (Nitekim Darwin, Türlerin
Kökeni kitabında bu ıslah çalışmalarını uzun uzun tartışmıştır.) Köpek,
koyun veya inek gibi hayvanlar arasında, en iyi et veya süt veren veya en hızlı
koşan cinsleri elde edebilmek için, havyan yetiştiricileri özel bir
çiftleştirme programı izlemişler ve böylece birkaç nesil içinde genel
ortalamaya göre daha kilolu, daha iyi süt veren veya daha hızlı ve dayanıklı
cinsler türemiştir. Bunu yapanlar "evrimciler" değil, çoğu evrim
teorisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan hayvan yetiştiricileridir. Geçmişi binlerce
yıl öncesine uzanan bu yetiştiricilik geleneği, 19. yüzyılda daha bilimsel bir
temele oturmuştur. Bunun sebebi ise -Demirsoy'un sandığı gibi evrim teorisi
değil- Mendel'in keşfettiği genetik kanunlardır. Mendel'in, bir din adamı
olarak, Allah'a inanan, yaratılışı savunan ve evrim teorisine karşı çıkan bir
bilim adamı olduğunu da belirtmek gerekir.
20. yüzyılda ıslah çalışmaları, yaratılışçı Mendel'in
kanunlarına göre gelişmiş ve yine yaratılışı savunan pek çok insan bu
çalışmalara katkıda bulunmuştur. Halen yaratılışı savunan hiçbir kaynakta
hayvan ve bitki yetiştiriciliğine aykırı bir görüş bulunmaz. Eğer bu konudaki
çalışmalar Demirsoy'un iddia ettiği gibi ülkemizde geç başlamışsa, bunun nedeni
elbette insanlarımızın yaratılışa olan inancı değil, ekonomik ve bilimsel
yetersizliklerdir.
Kısacası Demirsoy'un "eğer yaratılışı kabul edersek,
bitki ve hayvan ıslahını yapamayız" şeklinde özetlenebilecek iddiası,
katıksız bir demagojidir. Tamamen gerçek dışı bir ithamdır. Sayın Demirsoy, bu
gibi demagojilerle bir yere varamayacağını bilmelidir.
Öte yandan Demirsoy'un konu hakkındaki ikinci iddiası,
yani bitki ve hayvan yetiştiriciliğini bir evrim kanıtı gibi gösterme çabası da
boşunadır. Demirsoy bu iddiasıyla, 150 yıl önce Darwin tarafından ortaya atılmış,
ama sonra geçersizliği Darwinistler tarafından da kabul edilmiş bir çarpıtmayı
tekrar etmektedir.
Bu çarpıtma "bitki ve hayvan yetiştiricileri, birkaç
nesil içinde farklı cins hayvanlar türetebiliyorlar, öyleyse milyonlarca yıl
içinde bütün türler birbirinden türemiş olabilir" şeklindeki yüzeysel
mantığa dayanır. Oysa bu yüzeysel mantık biraz incelendiğinde, iki büyük
tutarsızlık ortaya çıkmaktadır:
1) Hayvan veya bitki türleri üzerinde yapılan bu gibi
ıslah çalışmaları, yetiştiriciler tarafından belirli bir amaca göre bilinçli
şekilde yapılır. Oysa doğada böyle bilinçli bir evrim mekanizması yoktur.
2) Daha da önemlisi, bu gibi ıslah çalışmaları, asla
belli bir sınırın ötesine geçmez. Bu yöntemle yeni canlı türleri meydana
getirilemez. Darwin, kendi zamanında genetik bilinmediği için bitki ve hayvan
yetiştiricilerinin "sınırsız değişim" sağlayacaklarını zannetmiş,
oysa bu düşünce 20. yüzyıldaki genetik araştırmalarla çürümüştür.
20. yüzyıl
bilimi, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda "genetik
değişmezlik" (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya
çıkarmıştır. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm ıslah
çabalarının belirli bir sınırda kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz
duvarlar olduğunu ortaya koyar.
Darwin Retried (Darwin Yeniden Yargılanıyor) adlı kitabın yazarı Norman
Macbeth bu konuda şöyle yazmaktadır:
Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde
varyasyon (değişim) gösterip göstermedikleridir... Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin
yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri
gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz. Asırlar
süren yetiştirme çabalarına rağmen, hiçbir zaman siyah bir lale ya da mavi bir
gül elde etmek mümkün olmamıştır.51
Hayvan
yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther
Burbank bu gerçeği, "bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir
sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar
içinde sabit tutar" diyerek ifade etmektedir.52
Biyolog Edward
Deevey de, varyasyonun hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini
şöyle açıklar:
Çapraz çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara
varılmıştır... Ama sonuçta buğday hala buğdaydır ve, örneğin, üzüm değildir.
Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların yumurtalarını silindir
şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl
içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması yükselişidir. Daha iyi
beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor
sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma
noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış
durumdayız.53
Kısacası bitki ve hayvanlar üzerindeki
ıslah çalışmaları, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan
bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik
bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiçbir ıslah çalışması "evrim"
örneği sayılamaz. Farklı köpek, inek ya da at cinslerini ne kadar
çifleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar
çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Ali Demirsoy'un sözünü ettiği
"Napolyon kirazı, bilmem ne şeftalisi" gibi örnekler için de aynı
durum geçerlidir. Danimarkalı bilim adamı W. L, Johannsen bu konuyu şöyle
özetler:
Darwin'in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı
varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu
nedenle varyasyonlar ‘sürekli değişim'in (evrimin) nedenini oluşturmazlar.54
Anlaşılan Prof. Ali Demirsoy tüm bu gerçeklerden habersiz
olduğu veya bunları göz ardı ettiği için, canlılardaki her türlü genetik
çeşitlenmeyi "evrim kanıtı" sanmaktadır. Ceviz Kabuğu programında
evrim teorisinin geçersizliğini anlatan bilim adamlarına "gelin size
laboratuvarımda evrimin kanıtlarını göstereyim" derken ileri sürdüğü
sözde kanıtlar, işte bu gibi yanılgılardır.
Ali Demirsoy'un "Türleşme" Yanılgısı
Prof. Ali Demirsoy, evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu
programlarının ikincisinde ise (8 Haziran 2001), "evrimin doğada
gözlemlenen bir süreç olduğunu" iddia etmiş ve hatta buna delil
oluşturması niyetiyle kendi hazırladığı bir çekirge koleksiyonunu ekranlardan
göstermiştir. Oysa Demirsoy'un bu iddiası çok kritik bir yanılgıdır. Bu yanılgının
temelinde "türleşme" kavramı, yani doğada doğal mekanizmalar yoluyla
yeni canlı türlerinin ortaya çıkması kavramı yatmaktadır.
Aslında bu konu, Darwin'den beri tüm evrim teorisi
savunucularının içine düştükleri en temel hatalardan biridir. Doğada
gözlemlenen biyolojik bir olguyu "türleşme" olarak adlandırmakta,
sonra da bu olgu ile tüm canlı türlerinin kökenini açıkladıklarını
zannetmektedirler.
Bu konuyu açıklamak için öncelikle "tür"
kavramını ele alalım. Bu kavram aslında tartışmalı bir kavramdır ve sorun da
büyük ölçüde bu noktadan doğar. "Tür" dendiğinde insanların aklına
çoğu zaman "at, deve, kurbağa, örümcek, yunus" gibi "canlı
tipleri" gelir. Evrim teorisinin "türlerin kökeni" iddiası ise,
insanlara bu canlı tiplerinin kökenini çağrıştırır. Oysa biyologlar tür
kavramını biraz daha farklı tanımlarlar. Çağdaş biyolojiye göre bir canlı türü,
kendi içinde çiftleşen ve çoğalabilen canlılardır. Bu tanım, günlük hayatta
sanki tek bir "tür" gibi söz ettiğimiz canlı tiplerini çok daha fazla
türlere ayırır. Örneğin örümceklerin yaklaşık 30 bin türü tanımlanmıştır.
Evrimcilerin sözünü ettiği "türleşme"yi anlamak
içinse, önce "coğrafi izolasyon"u belirtmek gerekir: Bir canlı
türü içinde, genetik varyasyondan kaynaklanan farklılıklar vardır. Eğer bu türe
ait canlıların arasına coğrafi bir engel girerse, yani birbirlerinden
"izole" olurlarsa, o zaman birbirinden kopmuş olan bu iki grubun
içinde büyük olasılıkla farklı varyasyonlar ağır basmaya başlar. Diyelim ki,
bir grupta, daha koyu renkli ve uzun tüylü olan A varyasyonu ağırlık kazanır,
diğerinde ise daha kısa tüylü ve açık renkli olan B varyasyonu baskın çıkar. Bu
popülasyonlar ne kadar ayrı kalırlarsa, A ve B karakterleri de o kadar
keskinleşir.55
Aynı türe ait olmalarına rağmen, aralarında belirgin
morfolojik farklar bulunan bu gibi varyasyonlara "alt tür" adı
verilir.
Türleşme
iddiası buradan sonra devreye girer. Bazen, coğrafi izolasyon yoluyla
birbirlerinden kopmuş olan A ve B varyasyonları, bir şekilde yeniden biraraya
getirildiklerinde, birbirleri ile çiftleşmezler. Çiftleşmedikleri için de,
modern biyolojinin "tür" tanımlamasına göre, "alt tür"
olmaktan çıkıp, "ayrı türler" haline gelmiş olurlar. Buna
"türleşme" (speciation) adı verilir.
Evrimciler ise, bu kavramı alıp hemen şu çıkarımı yaparlar:
"Bakın doğada türleşme var, yani yeni canlı türleri doğal mekanizmalarla
oluşuyor, demek ki tüm türler bu şekilde oluşmuş".
Oysa bu çıkarımda çok büyük bir aldatmaca gizlidir.
Aldatmacanın iki önemli noktası vardır:
1) Birbirlerinden izole olmuş olan A ve B varyasyonları,
biraraya geldiklerinde çiftleşmiyor olabilirler. Ama bu olgu çoğu zaman "çiftleşme
davranışı"ndan kaynaklanır. Yani A ve B varyasyonuna ait bireyler,
diğer varyasyon kendilerine yabancı göründüğü için, onu "kendilerine yakın
bulmadıkları" için çiftleşmezler. Ancak çiftleşmelerini engelleyecek bir
genetik uyumsuzluk yoktur. Dolayısıyla aslında genetik bilgi açısından hala
aynı türe aittirler. (Nitekim bu nedenle "tür" kavramı biyolojide
tartışma konusu olmaya devam etmektedir.)
2) Asıl önemli nokta ise, söz konusu
"türleşme"nin, bir genetik bilgi artışı değil, aksine genetik bilgi
kaybı anlamına gelmesidir. Ayrışmanın nedeni, varyasyonlardan birinin veya
her ikisinin yeni bir genetik bilgi edinmiş olmaları değildir. Böyle bir genetik
bilgi eklenmesi yoktur. Örneğin iki varyasyondan herhangi biri yeni bir
proteine, yeni bir enzime, yeni organa kavuşmuş değildir. Ortada bir
"gelişme" yoktur. Aksine, daha önceden farklı genetik bilgileri aynı
anda barındıran popülasyon (örneğimize göre, hem uzun hem de kısa tüy
özelliğini, hem koyu hem de açık renk özelliğini barındıran popülasyon) yerine,
şimdi genetik bilgi yönünden daha fakirleşmiş iki popülasyon vardır.
Dolayısıyla söz konusu "türleşme"nin evrim
teorisini destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlı türlerinin
hepsinin basitten komplekse doğru rastlantılar yoluyla türediği iddiasındadır.
Dolayısıyla bu teorinin dikkate alınabilmesi için, ortaya "genetik
bilgiyi artırıcı mekanizmalar" koyabilmesi gerekir. Gözü, kulağı, kalbi,
akciğeri, kanatları, ayakları veya diğer organ ve sistemleri olmayan
canlıların, nasıl bunları kazandıklarını, bu organ ve sistemleri tanımlayan
genetik bilginin nereden geldiğini açıklayabilmesi gerekir. Zaten var olan bir
canlı türünün genetik bilgi kaybına uğrayarak ikiye bölünmesi, kuşkusuz bununla
hiçbir ilgisi olmayan bir olgudur.
Bu ilgisizlik aslında evrimciler tarafından da kabul
edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını ve
"ikiye bölünerek türleşme" örneklerini "mikroevrim"
olarak tanımlarlar. Mikroevrim, zaten var olan bir türün içindeki çeşitlenmeler
anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu tanımda "evrim" ifadesinin
geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir aldatmacadır. Çünkü mikro
bile olsa ortada evrim gibi bir süreç yoktur. Durum, o türün gen havuzunda var
olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından, değişik
kombinasyonlarından ibarettir.
Oysa cevaplanması istenen sorular
şunlardır: Bu tür ilk başta nasıl oluşmuştur? Türlerin daha üst kategorileri
olan sınıflar, takımlar, aileler, şubeler (örneğin memeliler, kuşlar,
omurgalılar, yumuşakçalar gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana
gelmiştir? Evrimcilerin asıl açıklamaları gereken konu budur.
Evrimciler bu ikinci konuya da "makroevrim"
derler. Aslında evrim teorisi derken kast edilen ve tartışılan kavram da
makroevrimdir. Çünkü "mikroevrim" denen genetik çeşitlenmeler,
gözlemlenen ve herkes tarafından kabul edilen biyolojik bir olgudur ve yukarıda
da belirttiğimiz gibi bu olayın -evrimciler her ne kadar tanımının içine
"evrim" ifadesini yerleştirmişlerse de- evrimle hiçbir ilgisi yoktur.
Makroevrim iddiasının ise ne gözlemsel biyoloji ne de fosil kayıtları açısından
hiçbir kanıtı bulunmamaktadır.
İşte burada çok önemli bir "püf nokta" vardır.
Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, "mikroevrim kısa bir zaman
dilimi içinde gerçekleştiğine göre, on milyonlarca yıl içinde de makroevrim
gerçekleşir" gibi bir yanılgıya kapılırlar. Bazı evrimciler de aynı
yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı kullanarak insanları evrim teorisine
inandırmaya çalışırlar. Charles Darwin'in Türlerin Kökeni'nde öne
sürdüğü tüm sözde "evrim delilleri" bu şekildedir. Ali Demirsoy'un
Ceviz Kabuğu programında öne sürdüğü örnekler (stüdyoya kutu içinde getirdiği çekirge
varyasyonları, yabani lahana-brüksel lahanası örneği) de bu şekildedir. Tüm
bu örneklerde evrimcilerin "mikroevrim" diye tanımladıkları genetik
çeşitlenmenin, yine "makroevrim" diye tanımladıkları teorinin delili
olarak kullanılması söz konusudur.
Bu yanılgının mantığını anlatmak için örnek verelim. Eğer
birisi size şöyle bir mantık kurarsa, ne düşünürsünüz:
"Bir tabancadan havaya doğru sıkılan kurşun, saatte
400 kilometre hızla ilerler. Dolayısıyla bir kaç hafta içinde atmosferden çıkıp
Ay'a varacak, ilerleyen aylarda ise Mars gezegeninin yüzeyine
ulaşacaktır".
Eğer birisi size böyle bir iddiada bulunursa, bunun çok
basit bir aldatmaca olduğunu anlarsınız. İddiayı öne süren kişi, sadece çok dar
bir gözlemi (kurşunun tabancadan çıkış hızını) dile getirmekte, buna karşılık
kurşunun ilerlemesini sınırlandıran yerçekimi ve havanın sürtünmesi gibi iki
temel gerçeği kasten gizlemektedir. İşte evrimciler de tüm "mikroevrimden
makroevrime delil çıkarma" girişimlerinde aynı yöntemi kullanırlar.
Bu
yöntemin geçersizliği ise, bilim dünyasında bilinmekte ve kabul edilmektedir.
Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz, ve Raff, Developmental Biology
dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle
açıklarlar:
Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır.
Ancak, 1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü
sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir
araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir
sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek
türden değildir. Mikroevrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına
yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin'in 1995'te
belirttiği gibi, "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz
kalmaya devam etmektedir."56
"Mikroevrim"
adı verilen varyasyonların "makroevrim" iddiasına, yani türlerin
kökenine hiçbir açıklama getiremediği, evrimci biyologlar tarafından
1980'lerden bu yana kabul edilmektedir. Ünlü evrimci paleontolog Roger Lewin,
Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün
süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:
Darwin'in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık
yürütmeler haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli
konferanslarından birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya
göre, bu sorunun cevabı "hayır"dır. Chicago konferansındaki temel
mesele, mikroevrimi sağlayan mekanizmaların, makroevrim adını verdiğimiz
fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur....
Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır. 57
Evrimci biyologlar Fagerstrom, Schuster ve Szathmary de
1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aynı gerçeği
şöyle belirtirler:
Evrimdeki büyük geçişler -örneğin, bir kaçını
belirmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin ortaya çıkışı, insanın
konuşma kapasitesinin kökeni gibi geçişler- birer "dengeden
uzaklaşma" hali olamazlar. Bunlar, mikroevrimin kurulu modelleri
tarafından da tatmin edici şekilde tarif edilemezler.58
Ne yazık ki ülkemizdeki evrimci biyologların çoğu bu
gerçekten habersizdirler. Hala 1950'lerde, 60'larda okudukları evrimci biyoloji
kitaplarının öğretileriyle düşünmekte ve bir türün farklı varyasyonlarının, alt
türlerinin oluşmasını "evrim teorisinin tartışmasız" kanıtı
zannetmektedirler. Sayın Demirsoy da Ceviz Kabuğu programında verdiği
örneklerle aynı yanılgının içinde olduğunu göstermiştir.
Tüm bu mikroevrim-makroevrim
tartışmasının özet sonucu ise şudur: Canlılar, yeryüzünde birbirinden farklı yapılara sahip "tipler"
olarak ortaya çıkmışlardır. (Fosil kayıtları bunu kanıtlamaktadır.) Bu tiplerin
içinde, genetik havuzlarının zenginliği sayesinde farklı varyasyonlar ve alt
türler oluşabilmektedir. Örneğin "tavşan" tipinin kendi içinde, beyaz
tüylü, gri tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı gibi çeşitlenmeleri olmakta
ve bu farklı çeşitlenmeler, kendilerine hangi doğal şartlar uygunsa dünyaya o
şekilde yayılmaktadırlar. Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir.
Bunu yapabilecek, yeni tipler tasarlayabilecek, bunlar için yeni organlar,
sistemler, vücut planları oluşturacak bir doğal mekanizma yoktur. Her tip,
kendi özgün yapısıyla yaratılmıştır ve Allah her tipi zengin bir varyasyon
potansiyeli ile var ettiği için, her tip kendi içinde zengin ama sınırlı bir
çeşitlenme ortaya çıkarmaktadır.
Bu biyolojik görüş, Darwin zamanındaki pek çok biyolog
tarafından savunulmuştur. Ama Darwin'in teorisi, hiçbir bilimsel bulguya
dayanmamasına rağmen, ideolojik nedenlerle tercih edilmiş ve 20. yüzyılın
başlarında bilim dünyasında temel biyolojik kuram haline gelmiştir. Oysa 20.
yüzyıl boyunca yapılan tüm çalışmalar, Darwinizm'in geçersizliğini ortaya
koymaktan başka bir sonuca varmamıştır. Ve bu nedenle bugün bilim dünyası
yeniden her canlı tipinin Yaratıcı tarafından var edildiğini savunan
"bilinçli tasarım" (intelligent design) teorisine dönmektedir.
Sayın Demirsoy'un büyük bir hararetle öne sürdüğü çekirge
varyasyonları ise, evrim teorisi lehinde bir kanıt değil, ancak kendisinin
biyolojideki önemli gelişmelerden habersiz olduğunu gösteren bir kanıt
konumundadır.
Ali Demirsoy'un Proteinlerin Doğada Tesadüfen Oluşabilecekleri Yanılgısı
Prof. Ali Demirsoy'un evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu
programlarında dile getirdiği bir başka iddia ise, "proteinlerin tesadüfen
oluşmasının mümkün olduğu" şeklindedir.
Ali Demirsoy, proteinlerdeki amino asit dizilimini tesbih
tanelerine benzeterek şöyle söylemiştir: "Elimizde 20 değişik renkli
tesbih tanesi olsun. Ve biz gözümüzü kapatarak 100 taneden meydana gelmiş bir
tesbih dizelim. Büyük bir tesbih dizme şansımız vardır. Ancak örneğin 1. sırada
kırmızı, 20. sırada sarı, 48. sırada yeşil tesbih gibi özel dizilim yapmaya
kalkışırsa bunun olasılığı yok denebilecek kadar düşüktür. Hangi renk
sırasıyla olursa olsun böyle bir tesbih dizilimini kapalı gözle bir kere daha
dizme şansı yoktur. Bunun şansı 20 üzeri eksi 100'dür. Hemen hemen
imkansızdır. İşte ben böyle bir yapıyı ekstrem bir şans olarak
gösterdim."
Görüldüğü gibi, Ali Demirsoy, son derece özel dizilime
sahip olan proteinlerin işlevsel olabilmeleri için sahip olmaları gereken
dizilimin tesadüfen meydana gelebilmesinin imkansızlığını bizzat itiraf
etmiştir. Nitekim, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, Sitokrom-c proteinini
örnek vererek aynı imkansızlığı şöyle dile getirmiştir:
Tek bir Sitokrom-C diziliminin rastlantılarla oluşması,
bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı
kadar azdır.59
Bir Sitokrom-C'nin dizilimini oluşturmak için olasılık
sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi
gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir,
denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev
yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O
halde birinci varsayımı irdelemek gerekir.60
Ne var ki Ali Demirsoy, bu itiraflarının evrimi kökünden
çürüttüğünü fark etmiş olacak ki, "tesbih tanelerinin bir kısmının
değişmesinin proteinin görevini yapmasını engellemediği" şeklinde kaçamak
ve hatalı bir saptırmaya başvurmuştur.
Ali Demirsoy'un yanılgısını daha net görebilmek için önce
proteinin yapısına kısaca bir göz atmamız yeterli olacaktır. Proteinler, en
basitleri 50, en karmaşıkları ise 1000 veya daha fazla amino asit zincirinden
oluşan dev moleküllerdir. Zincirdeki her halka, 20 çeşidi olan amino asitlerden
yalnızca birini içerebilir. Her protein zincirinin bu şekilde özel bir dizilimi
vardır.
Amino asit zinciri oluştuktan sonra, bir de bu zincir kendi
üzerinde çeşitli şekillerde katlanarak çok özel bir üç boyutlu yapı alır. Bu
özel yapı onun görevini belirler. Bu üç boyutlu yapı zincirdeki amino asitlerin
karşılıklı etkileşimleri ve aralarında yaptıkları kimyasal bağlar sonucunda
otomatik olarak oluşur. Her amino asitin farklı biçimi ve farklı kimyasal
özellikleri vardır. Kimisi büyük, kimisi küçük, kimisi artı elektrik yüklü,
kimisi eksi elektrik yüklü, kimisi suda çözünen, kimisi yağda çözünen, vs.
gibi... İşte her biri farklı özelliklere sahip amino asitlerin farklı sayıda ve
sırada dizilmeleri farklı üç boyutlu şekillerin ortaya çıkmasına yol açar.
Örneğin artı yüklüler eksi yüklüleri çeker, yağda çözünenler ya da suda
çözünenler bir araya gelir, büyük olanlar dar hacimlerden uzaklaşır vs. Bu şekilde
zincir üç boyutlu yapısını kazanır.
Canlı organizmalarda bulunan bir proteinin sahip olduğu
bu üç boyutlu yapı, onun işlevini yerine getirebilmesini sağlar. Bu üç boyutlu
yapıyı sağlayan amino asitlerin yerlerinin değişmesi, eksilmeleri, araya başka
amino asitlerin girmesi ise söz konusu yapıyı sağlayan özel dizilimi bozar.
Örneğin üç boyutlu yapıyı dağıtır ya da biçimini değiştirir. Bu da o proteinin
artık işlevini görememesi ya da çok düşük bir verimle işlev görebilmesi
anlamına gelir ki, her iki durum da canlı için ölüm ya da ölümcül bir hastalık
sebebidir. Örneğin hücrelere oksijen taşıyan 574 amino asitli hemoglobin
proteininin yalnızca iki amino asitindeki değişiklik, bu proteinin işlevini
kaybetmesine ve bunun sonucunda "orak hücre anemisi" adı verilen
ölümcül hastalığa yol açar. (Bu genetik hastalığı taşıyanların büyük bölümü
henüz çocuk yaşta yaşamını yitirmektedir.)
Görüldüğü gibi protein zincirindeki tek bir amino asitin
dahi yerinin ve cinsinin çok önemli bir rolü vardır. En küçük bir değişiklik
kimi zaman çok büyük zararlarla sonuçlanır.
Öte yandan, yapılan araştırmalar bazı proteinlerin
belirli halkalarındaki amino asitlerin değişikliğinde, bu durumun tolere
edilebildiğini ve proteinin işlevini kısmen ya da bütünüyle yerine
getirebildiğini göstermiştir. İşte Ali Demirsoy'un konuyu saptırmaya çalıştığı
nokta da burasıdır. Ali Demirsoy bu gerçekten yola çıkarak, "işte
proteinler rastgele dizilseler bile işe yararlar, demek ki yararlı bir
proteinin tesadüfen oluşabilmesi o kadar da zor değil" gibi bir yanıltmaya
gitmektedir. Bu pek çok açıdan hatalı bir saptırmadır; şöyle ki:
1) Herşeyden önce söz konusu tolerans, istisnai bir
durumdur; yalnızca belirli proteinler için ve bu proteinlerin belirli halkaları
için geçerlidir. Bu proteinlerin belirli halkalarında olması gereken amino
asitlerin yerine diğer bazı amino asitlerin geçmesi proteinin işlevini çok
fazla aksatmasa da bu halkaların sayısı çok sınırlıdır.
2) Ayrıca söz konusu amino asitlerin yerine
geçebilecek diğer amino asitlerin sayısı da sınırlıdır. Yirmi çeşit amino
asitin hepsi aynı görevi göremez.
3) Proteinin esas işlevsel olan aktif bölgeleri vardır ki
bu bölgelerde tek bir amino asit değişikliği, eksikliği ya da fazlalığı dahi
tüm proteini işe yaramaz hale getirir. Dolayısıyla bu kritik bölgeler için
hiçbir tolerans söz konusu değildir.61
Kısacası, istisnai durumlarda protein zincirinde tolere
edilebilecek amino asit değişikliklerinin sayısı ve alternatifleri çok
sınırlıdır. Bu da o proteinin tesadüfen oluşma imkansızlığında hiçbir azalma
meydana getirmez. Örneğin Ali Demirsoy'un verdiği tesbih örneğini ele alırsak,
20 farklı renkten oluşan 100 taneli bir tesbihin belli özel bir dizilimde
dizilme ihtimali 20 üzeri 100'de bir ihtimaldir ki bunun gerçekleşmesi
kendisinin de ifade ettiği gibi "imkansızdır". Eğer bu tesbihte beş
tanelik bir hatanın tolere edildiğini düşünürsek, geri kalan 95 tanenin yerli
yerinde olması gerekir ki bu da 20 üzeri 95'te bir ihtimaldir. Bunun da
gerçekleşmesi imkansızdır. 10 tanelik, hatta daha da ileri gidelim 20 tanelik
bir tolerans olduğunu varsaysak dahi geri kalan 80 amino asitin yerli yerinde
olması gerekir. Bunun da tesadüfen oluşma ihtimali 20 üzeri 80'de bir
ihtimaldir. Bu da yaklaşık 10 üzeri 104 ihtimalde bir ********************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************fd
yokken, 300 amino asitli ortalama bir protein için düşünelim: Bir an için böyle
bir proteinin yarısının dahi rastgele amino asitlerden oluşabilmesinin tolere
edildiğini varsaysak, geriye kalan 150 halkanın istenen zorunlu dizilimde
olması gerekir. Bunun tesadüfen olabilmesi ihtimali (yani 20 üzeri 150'de 1
ihtimal) yine insan aklının kavrama sınırlarının çok ötesinde bir imkansızlığı
karşımıza çıkarır. Kaldı ki yarı yarıya bir tolerans, olayın imkansızlığını
vurgulamak açısından bizim burada verdiğimiz çok teorik ve marjinal bir
örnektir. Gerçek hayatta ise hiçbir protein molekülü, zincirindeki halkaların
yarısı değiştiği takdirde iş göremez, bu kadar büyük bir değişimi tolere etmez.
Sonuçta, buraya kadar anlatılan gerçeklerden,
proteinlerin doğada tesadüfen oluşabilecek rastgele amino asit dizilimleri
olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Buna rağmen hala "tesadüf"
iddiasında ısrar eden Ali Demirsoy'un temsil ettiği evrimci zihniyetin
sağlıklı, bilimsel, mantıklı ve güvenilir olmadığı da ortadadır. Ali
Demirsoy'un moleküler evrimin imkansızlığını örtbas etmek için arkasına
gizlenmeye çalıştığı mantık, evrimin çaresizliğini ve imkansızlığını bir kez
daha gözler önüne sermekten başka bir şeye yaramamıştır.
Konunun detayları incelendikçe, evrimci iddianın
saçmalığı giderek daha da açık hale gelir. Tek bir proteinin tesadüfen ortaya
çıkması için gördüğümüz bu imkansızlıklar, daha kompleks organik yapılar ve
canlı hücreleri için çok daha içinden çıkılamaz bir hal almaktadır. Yüz
binlerce çeşidi olan proteinlerin her birinin canlı organizmasında özel bir görevi
vardır. En basit canlı olarak bilinen, "Mycoplasma Hominis H 39"
bakterisinin bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür.
Gerçekte, bu 600 çeşit (dikkat edin, adet değil çeşit)
proteinden tek bir tanesinin dahi raslantısal olarak meydana gelmesinin ihtimal
dışı olması, evrimin "canlıların tesadüfler sonucu oluştuğu"
şeklindeki safsatasını silip atmaya yeterlidir. İşte evrim savunucuları daha
tek bir protein aşamasını dahi geçemedikleri için, evrimin önündeki bu derin
çıkmazı Ali Demirsoy'un yaptığı türden saptırmalarla örtbas etmeye
çalışmaktadırlar. Evrimin en büyük açmazlarından biri olan bu imkansızlık
evrimciler tarafından çeşitli laf oyunları ve demagojilerle geçiştirilmek
istenmektedir.
Ali Demirsoy'un birkaç basit yanıltmayla geçiştirmeye çalıştığı
"proteinlerin kökeni sorunu" gerçekte tüm evrim dünyasında içinden
çıkılamayan bir numaralı sorun olarak öne sürülmektedir. Örneğin,
Science News isimli bilimsel derginin Ocak 1999 sayısında yayınlanan bir
makalede de, amino asitlerin nasıl olup da proteinleri oluşturduğuna hala
hiçbir açıklama getirilemediği şöyle belirtilmektedir:
Hiç kimse şimdiye kadar nasıl olup da geniş çapta
dağılmış yapı taşlarının proteinlere dönüştüğünü tatmin edici bir şekilde
açıklayamamıştır. İlkel dünyanın varsayılan koşulları, amino asitleri
yalıtılmış bir yalnızlığa doğru sürükleyecek şekildedir.62
Evrim dünyası sayısız açmaz, çelişki ve sorun içinde
kıvranırken, tüm evrimci literatür evrimcilerin itiraflarını, çaresizliklerini,
ümitsizliklerini dile getiren makalelerle doluyken, Ali Demirsoy'un nereden
kaynaklandığı belli olmayan bir cesaret ve güvenle "proteinlerin rastgele
oluşmasının kolaylıkla mümkün olduğunu" iddia etmesi bilinçli izleyiciler
için önemli bir ders ve ibret vesilesi olmuştur. Görünen odur ki, Sayın
Demirsoy'un söz konusu cesaret ve güveninin tek kaynağı, evrim teorisine olan
körü körüne bağlılığıdır.
Demirsoy'un Çekirdekli Hücrelerin
Çekirdeksizlerden Evrimleştiği Yanılgısı
Ali Demirsoy, çekirdeksiz hücrelerin (prokaryotların)
dışarıdan fotosentez yapan bakterileri yutarak kendi bünyelerine aldıklarını,
böylelikle çekirdekli hücrelerin (ökaryotların) ortaya çıktığını savunmuştur.
Prokaryot hücreler, içlerinde çekirdeği olmayan
hücrelerdir. Bu grup içinde bakteriler ve mavi-yeşil algler yer alır. Ökaryot
hücreler ise bitki ve hayvan hücreleri olup, prokaryotlardan daha kompleks
yapılı hücrelerdir. Evrim teorisi ilk başta ökaryotik hücrenin prokaryot
hücreden evrimleştiğini iddia etmekteydi. Ancak bunun imkansız olduğunun
anlaşılması üzerine evrimciler bu sefer de ağız değiştirerek tersini savunmaya
çalıştılar. Fakat bu iddiaları da bir spekülasyondan öteye geçemedi. Bu konuda
evrimcilerin içine düştükleri çelişkiyi kendisi de bir evrimci olmasına rağmen
Robert Shapiro şöyle itiraf eder:
Prokaryotik algden ökaryotik alge geçiş oldukça fazla
sorgulandı, çünkü geçiş o kadar karışıklık doluydu ve o kadar zıtlık içeriyordu
ki, birçok modern biyolog bu konuyla ilgilenmedi ve sonradan tamamen
vazgeçtiler. Çelişkiler o kadar büyüktü ki bazı araştırmacılar daha sonra
ökaryotların prokaryotlardan değil de, prokaryotların ökaryotlardan
evrimleştiğini iddia ettiler. Fosil kayıtları ise daha açık değildi. Prokaryot
fosillerinin pre-kambriyen kayalarda mevcut olduğu açıktı, ama onların kökeni
ile ilgili zaman ya da şartları bilmiyoruz.63
Evrimcilerin iddia ettikleri gibi, bakterilerin
evrimleşerek bitki ve hayvan hücrelerine (ökaryotik hücrelere) dönüşmesi,
biyoloji, fizik ve kimya kurallarına aykırı bir senaryodur. Bu imkansızlığı açıkça
bilmelerine rağmen, evrim teorisi savunucuları, çaresizliklerinden uydurdukları
bu tutarsız teorileri savunmaktan vazgeçmezler. Bununla birlikte bu
teorilerinin tutarsızlığını da zaman zaman dile getirmekten geri duramazlar.
Yerli evrimci Ali Demirsoy da ilkel olduğu iddia edilen bakteri hücrelerinin
ökaryotik hücrelere dönüşemeyeceğini şu sözleriyle itiraf etmektedir:
Evrimde açıklanması en zor olan kademelerden biri de bu
ilkel canlılardan, nasıl olup da organelli ve karmaşık hücrelerin meydana geldiğini
bilimsel olarak açıklamaktır. Esasında bu iki form arasında gerçek bir geçiş
formu da bulunamamıştır. Bir hücreliler ve çok hücreliler bu karmaşık
yapıyı tümüyle taşırlar, herhangi bir şekilde daha basit yapılı organelleri
olan ya da bunlardan birinin daha ilkel olduğu bir gruba veya canlıya
rastlanmamıştır. Yani taşınan organeller her haliyle gelişmiştir. Basit ve
ilkel formları yoktur.64
Programda Ali Demirsoy'a bu itirafı hatırlatıldığında,
tartışmada altta kalmamak kaygısıyla bu açmazın daha sonra çözüldüğü ve
aydınlığa kavuştuğunu iddia etmiştir. Delil olarak da bir biyoloji kitabını
açıp göstererek, evrimcilerin bu konuyla ilgili klasik senaryolarından birini
öne sürmüşür. Bu senaryo ise gerçekte yeni bir buluş değil, 1970 yılında Lynn
Margulis tarafından ortaya atılan ve pek çok yönden geçersizliği ve
mantıksızlığı ortaya konmuş olan "endosimbiosis" tezidir.
Margulis Ökaryotik Hücrelerin Kökeni isimli
kitabında, bakteri hücrelerinin ortak ve asalak yaşamları sonucunda bitki ve
hayvan hücrelerine dönüştüklerini iddia etmektedir. Bu teoriye göre, bitki
hücreleri bir bakteri hücresinin bir başka fotosentetik bakteriyi yutmasıyla
ortaya çıkmıştır. Fotosentetik bakteri ana hücrenin içerisinde evrimleşerek
kloroplast haline gelmiştir. Son olarak ana hücrede, "her nasıl olduysa",
çekirdek, golgi, endoplazmik retikulum ve ribozomlar gibi son derece kompleks
yapılara sahip organeller evrimleşmiştir. Böylece bitki hücreleri oluşmuştur.
Görüldüğü gibi evrimcilerin bu tezleri tamamen hayal
ürünü olan bir senaryodan başka bir şey değildir.
Bütün masalsı anlatımına rağmen, bu senaryo evrimciler
açısından mutlaka ortaya atılması gereken bir senaryoydu. Çünkü evrimcilerin,
hem ökaryotik hücre gibi kompleks bir yapının, hem de fotosentez gibi canlılar
alemindeki en hayati reaksiyonun kökenini bir şekilde açıklamaları gerekiyordu.
Margulis'in bu senaryosu, hücrenin sahip olduğu bir özelliğe dayandırıldığı
için, diğer iddialardan daha avantajlı gibi görünüyordu. Bu yüzden Margulis'in
ortaya attığı endosimbiosis tezi, çıkmaz içindeki pek çok evrimci bilim adamı
tarafından bir can simidi olarak görüldü.
Evrimciler bitki hücresinin bir özelliğine dayanarak bu
teoriyi savundular. Çünkü bu özellik, hücrenin bütünü göz ardı edilerek tek
başına ele alındığında, konu hakkında bilgisi olmayan kişileri aldatmaya
elverişli bir özellikti. Fakat bu durum konu hakkında önemli çalışmalar yapan
pek çok bilim adamı tarafından da çok yönlü olarak eleştirildi: Bu bilim
adamlarına örnek olarak D. Lloyd,65 Gray ve
Doolittle66,
Raff ve Mahler'i verebiliriz.
Endosimbiosis tezinin dayandırıldığı söz konusu özellik,
hücre içerisindeki kloroplastların ana hücredeki DNA'dan ayrı olarak kendi
DNA'larını içermesidir. İşte bu özellikten yola çıkarak bir zamanlar mitokondri
ve kloroplastların bağımsız hücreler oldukları ileri sürülür. Ne var ki
kloroplastlar detaylı olarak incelendiğinde, bu iddianın göz boyamaya yönelik
bir senaryodan başka bir şey olmadığı görülür.
Margulis'in endosimbiosis tezini
geçersiz kılan noktalar şunlardır:
1- Öncelikle kloroplastlar iddia edildiği gibi
geçmişte bağımsız hücreler iken büyük bir hücre tarafından yutulmuş olsalardı
bunun tek bir sonucu olurdu; o da, bunların ana hücre tarafından sindirilmesi
ve besin olarak kullanılmasıdır. Çünkü söz konusu ana hücrenin dışarıdan
besin yerine yanlışlıkla bu hücreleri aldığını varsaysak bile, ana hücre
sindirim enzimleriyle bu hücreleri sindirirdi. Tabii bu durumu bazı evrimciler
"sindirim enzimleri yok olmuştu" diyerek geçiştirmeye çalışabilirler.
Ama bu, açık bir çelişkidir. Çünkü eğer hücrenin sindirim enzimleri yok olmuş
olsaydı bu kez beslenemediği için ölmesi gerekirdi.
2– Yine de, tüm imkansızların gerçekleştiğini
kloroplastın atası olduğu iddia edilen hücrelerin ana hücre tarafından
yutulduğunu varsayalım. Bu kez karşımıza başka bir problem çıkar: Hücre
içerisindeki bütün organellerin planı DNA'da şifre olarak bulunmaktadır. Eğer
ana hücre yuttuğu diğer hücreleri organel olarak kullanacaksa, onlara ait
bilgiyi de DNA'sında şifre olarak önceden bulunduruyor olması gerekirdi. Hatta
yutulan hücrelerin DNA'ları da ana hücreye ait bilgilere sahip olmalıydı. Böyle
bir durumun gerçekleşmesi ihtimalinin olmamasının yanı sıra, ana hücrenin
DNA'sıyla, yutulan hücrelerin DNA'larının birbirlerine sonradan uyum
sağlamaları da mümkün değildir.
3- Hücre içinde çok büyük bir uyum vardır. Kloroplastlar
ait oldukları hücreden bağımsız hareket etmezler. Kloroplastlar protein
sentezlemede ana DNA'ya bağımlı olmalarının yanında çoğalma kararını da
kendileri almazlar. Bir hücrede tek bir tane kloroplast ve tek bir tane
mitokondri yoktur. Sayıları birden fazladır. Tıpkı diğer organellerin yaptığı
gibi bunların sayıları hücrenin aktivitesine göre artar ya da azalır. Bu
organellerin kendi bünyelerinde ayrıca bir DNA bulunmasının özellikle çoğalmalarında
çok büyük faydası vardır. Hücre bölünürken, çok sayıdaki kloroplast da ayrıca
ikiye bölünerek sayılarını 2'ye katladıklarından, hücre bölünmesi daha kısa
sürede ve seri olarak gerçekleşir.
4- Kloroplastlar bitki hücresi için son derece hayati
önemi olan güç jeneratörleridir. Eğer bu organeller enerji üretemezlerse,
hücrenin pek çok fonksiyonu işleyemez. Bu da canlının yaşayamaması demektir.
Hücre için bu derece önemli olan bu fonksiyonlar kloroplastlarda sentezlenen
proteinlerle gerçekleştirilir. Ancak kloroplastların bu proteinleri sentezlemek
için kendi DNA'ları yeterli değildir. Proteinlerin büyük çoğunluğu hücredeki
ana DNA kullanılarak sentezlenir.67
Böyle bir uyumu deneme-yanılma metoduyla elde etmeye
çalışırken DNA üzerinde meydana gelebilecek değişikliklerin ne gibi etkileri
olabilir? Bir DNA molekülünün üzerinde meydana gelebilecek herhangi bir
değişiklik kesinlikle canlıya yeni bir özellik kazandırmaz, aksine sonuç
kesinlikle zarardır. Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri adlı kitabında
bu durumu şu sözleriyle açıklamıştır:
Hatırlayacaksınız, hemen hemen her zaman bir
organizmanın DNA'sında bir değişikliğin olması onun için zararlıdır; başka bir
deyişle yaşamını sürdürebilme kapasitesinde azalmaya yol açar. Bir benzetme
yapalım: Shakespeare'in oyunlarına rastgele eklenen cümlelerin onları daha iyi
yapması pek olası değildir... Temelinde DNA değişiklikleri ister mutasyonla,
ister bizim dışarıdan bilerek eklediğimiz yabancı genlerle olsun, yaşamı
sürdürebilme şansını azaltma özelliklerinden dolayı zararlıdır.68
Evrimcilerin öne sürdükleri iddialar bilimsel deneylere
ve bu deneylerin sonuçlarına dayanılarak ortaya atılmamıştır. Çünkü bir
bakterinin başka bir bakteriyi yutması gibi bir olay hiçbir şekilde
gözlenmemiştir. Whitfield, Book Review of Symbiosis
in Cell Evolution adlı kitabında bu durumu şöyle ifade etmektedir:
Prokaryotik
endosimbiosis (yutma) belki de tüm endosimbiotik teorinin dayandığı hücresel
mekanizmadır. Eğer bir prokaryot bir diğerini içine alamaz ise endosimbiozun
nasıl kurulduğunu tahmin etmek güçtür. Maalasef, Mangulia ve endosimbioz
teori için hiçbir modern örnek yoktur.69
Bunun bilimsel bir iddia olmadığını, How Life Began
adlı kitabında L.R.Croft da şöyle ifade etmektedir:
Bir
bakterinin başka bir bakteriyi yutması hiçbir şekilde gözlemlenmemişken, böyle
bir iddiada bulunmak hiçbir şekilde bilimsel değildir. Kaldı ki kloroplast,
ribozom, mitokondri, lizozom gibi organeller hücre dışına alınarak
birbirlerinden ayrıldıklarında yaşayamamaktadırlar.70
DNA nükleotid dizilimlerinin detaylı incelemeleri de
ökaryot ve prokaryot arasındaki benzerliğin endosimbiosis hipotezinin
beklentileriyle uyuşmadığını göstermiştir. Ünlü evrimci biyolog Russel
Doolittle Scientific American dergisinde yer alan bir makalede şu
itirafta bulunmaktadır.
Pek
çok ökaryotik gen, bilinen arkea ve bakterilerinkinden farklı çıkmıştır;
sanki hiçbir yerden gelmemiş gibi görünüyorlar.71
Tüm bu açık gerçeklerin yanı sıra, bir prokaryot hücre
ile bir ökaryot hücre arasındaki büyük yapısal farklılıklar karşılaştırıldığında
da böyle bir dönüşümün hiçbir şekilde mümkün olamayacağı görülür. Bu temel
farklılıkları şöyle sayabiliriz:
1- Prokaryot hücrenin (bakteri hücresi) hücre duvarı
polisakarid ve proteinden oluşurken, bir ökaryot hücre olan bitki hücresinin
hücre duvarı bunlardan tamamen farklı bir yapı olan selülozdan oluşur.
2- Ökaryot hücrede zarla çevrili, son derece kompleks
yapılara sahip pek çok organel varken, bakteri hücresinde hiç organel yoktur.
Bakteri hücresinde sadece serbest halde dolaşan çok küçük ribozomlar vardır.
Ökaryot hücredeki ribozomlar ise daha büyük ve zarlara bağlıdırlar. Ayrıca her
iki ribozom tipi de farklı yolla protein sentezi gerçekleştirir.72
3- Prokaryot hücredeki ve ökaryot hücredeki DNA'ların
yapıları birbirlerinden farklıdır.
4- Ökaryot hücredeki DNA molekülü çift katlı bir zarla
muhafaza edilirken, bakteri hücresindeki DNA molekülü hücre içerisinde serbest
durmaktadır.
5- Bakteri hücresindeki DNA molekülü biçim olarak
kapalı bir ilmik görünümündedir, yani daireseldir. Ökaryot hücredeki DNA
molekülü ise doğrusal biçimdedir.
6- Bakteri hücresindeki DNA molekülünde oldukça az
sayıda protein vardır. Ancak ökaryot hücredeki DNA molekülü bir uçtan diğer uca
kadar proteinlere bağlıdır.
7- Bakteri hücresindeki DNA molekülü tek bir hücreye
ait bilgi taşımaktayken, ökaryot hücredeki DNA molekülü bitkinin tümüne ait
bilgileri taşır.
8- Bazı bakteri türleri fotosentetiktir, yani
fotosentez yaparlar. Ancak bitkilerden farklı olarak bakteriler hidrojen sülfit
ile sudan ziyade başka bileşikleri kırar ve oksijen gazı salmazlar. Ayrıca
fotosentetik bakterilerde (örneğin cyano bakterisinde) klorofil ve fotosentetik
pigmentler kloroplast içinde bulunmazlar. Bunlar hücrenin içinde çeşitli
zarların içine gömülü olarak dağılmışlardır.
9- Bakteri hücresi ile bitki/hayvan hücresindeki
mesajcı RNA'ların biyokimyasal yapıları birbirlerinden oldukça farklıdır.73
Mesajcı RNA, 3 tip RNA arasında belki de en önemli
olanıdır. Çünkü DNA direkt
olarak protein sentezlemez. DNA, mesajcı RNA molekülünü sentezler ve mRNA
polipeptid amino asitlerinin zincirleme olarak üretilmesi için gerekli bilgiyi
içerir. Mesajcı RNA'nın taşıdığı bu bilgiler gerekli yere ulaşınca amino
asitler ve proteinler üretilir.
Hücrenin yaşayabilmesinde mesajcı RNA son derece hayati
bir görev üstlenmiştir. Ancak mesajcı RNA hem ökaryotik (canlı hücrelerinde)
hem de prokaryotik (bakteri hücrelerinde) hücrelerde aynı hayati görevi
üstlenmiş olmasına rağmen, biyokimyasal yapıları birbirlerinden farklıdır. Science'ta yayınlanan bir makalesinde Darnell konuyla
ilgili olarak şöyle yazmıştır:
Mesajcı RNA oluşumunun biyokimyasında ökaryotlar ve
prokaryotlar kıyaslandığında fark o kadar büyüktür ki prokaryot hücreden
ökaryot hücreye evrim muhtemel değildir.74
Yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz bakteriler ve bitki
hücreleri arasındaki büyük yapısal farklılıklar evrimci bilim adamlarını büyük
çıkmaza sokmaktadır. Bazı bakterilerin ve bitki hücrelerinin sahip oldukları
ortak yönler olmasına rağmen, bu yapılar genel olarak birbirlerinden oldukça
farklıdırlar. Hatta bakterilerde hiç organel bulunmamasına rağmen, bitki
hücrelerinde çok kompleks işlevlere sahip birçok organel bulunması bitki
hücresinin bakteri hücresinden evrimleştiği iddiasını kesin olarak geçersiz
kılmaktadır.
Nitekim Ali Demirsoy da bizzat aşağıdaki sözleriyle bu
durumu açıkça itiraf etmektedir:
Karmaşık hücreler hiçbir zaman ilkel hücrelerden evrimsel
süreç içerisinde gelişerek meydana gelmemiştir.75
Ali Demirsoy'un Hastalıklar Hakkındaki Sağlıksız Yorumları
Ali Demirsoy Ceviz Kabuğu programında evrim teorisini
büyük bir hararetle savunurken, yaratılışa karşı kendince deliller sunmaya
çalışmıştır. Bu konuda öne sürdüğü en önemli delilinin ise hastalıklar olduğu
görülmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, insan bedeninin Allah tarafından
yaratıldığına karşı çıkmış, "eğer yaratılmış olsaydı, bu kadar hastalığı
ve kusuru olmazdı" demiştir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Demirsoy'un bu iddiası
bilimsel bir iddia değildir. Çünkü Demirsoy hastalıkların "amacını"
konu edinmektedir. Oysa bilim varlıkların ve olguların amacıyla değil, işleyişi
ve kökeniyle ilgilenir. Bunu evrim teorisini savunan bilim adamları da kabul
edeceklerdir.
İkincisi, Demirsoy'un iddiası son derece mantıksızdır.
Kendisi, insan vücudunun tasarlanmış olduğunu gösteren delillere karşı,
"ama bu tasarımda kusurlar var, demek ki tasarlanmış değil" şeklinde
mantık yürütmektedir. Oysa, bir varlığın tasarlanmış olup olmadığını anlamanın
yolu, "kusurlu" olup olmadığını araştırmak değil, "tesadüfen"
oluşmasının mümkün olup olmadığını araştırmaktır. Eğer tesadüfen oluşması
matematiksel olarak imkansız ise, o zaman o nesnenin tasarlanmış olduğunu kesin
olarak anlarız. Canlılarda ise durum
tam bu şekildedir. Çünkü her canlının en küçük yapıtaşı olan proteinlerin en
basitinin bile tesadüfen oluşma ihtimali, matematikte "imkansız"ın
başladığı nokta olarak kabul edilen 10 üzeri 50'de 1'den çok çok daha küçüktür.
(Ali Demirsoy'un örneğini tekrarlarsak, tek bir Sitokrom C proteininin
tesadüflerle sentezlenmesi, "bir maymunun daktilo tuşlarına rastgele
basarak insanlık tarihini hatasız yazması" gibidir.)
Bu bilimsel ve mantıksal açıklamaların ardından, Allah
tarafından yaratılmış olduğu aşikar olan insanda neden hastalık ve kusurlar
olduğu sorusuna dini açıdan bakabiliriz. Çünkü başta belirttiğimiz gibi bu
bilimsel bir soru değil, dini bir sorudur.
Allah tarafından yaratılmış olan bir beden, yine
yaratılış amacına uygun olarak, özellikle yaşlanmaya, kusurlar ve hastalıklarla
karşılaşmaya başlayabilir. Çünkü Allah insanları, kibirden, Allah'a karşı
büyüklenmekten veya dünyaya hırsla bağlanmaktan korumak için, eksik ve kusurlu
olarak yaratmıştır. Nitekim bir ayette "Allah sizden hafifletmek ister:
(Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa Suresi, 28) buyrulur
ve insanın zaafları hatırlatılır. Bir başka ayette ise, insanın yaşlanmasının
Allah'ın belirlediği bir plan üzere olduğu şöyle bildirilmektedir:
Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürüyor, sizden kimi de,
bildikten sonra bir şey bilmesin diye, ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri
çevrilir. Şüphesiz, Allah bilendir, herşeye güç yetirendir. (Nahl Suresi, 70)
Yaratılış, insanın hiç hastalanmayacak, hiç
yaşlanmayacak, hiç kusur ve eksiklik göstermeyecek bir bedenle yaratıldığı
anlamına gelmemektedir ki, yaşlılık, hastalık ve kusurlar "evrim
lehinde" bir delil olsun. Aksine bunlar, çok büyük hikmetlerle ve özel
olarak yaratılmış süreçlerdir.
Prof. Demirsoy ve diğer evrimciler, evrim teorisi lehinde
bir iddia öne sürmek istiyorlarsa, yapmaları gereken şey, canlıların tesadüfen
ortaya çıktıkları iddiasına kanıt bulmaktır. Örneğin insanın solunum
sisteminin, beslenme sisteminin, duyma sisteminin, kemik yapısının,
eklemlerinin, boşaltım sisteminin nasıl olup da sözde "evrim
mekanizmalarıyla" (mutasyonla ve doğal seleksiyonla) ortaya çıktığını
açıklamalıdırlar. Bunu ise elbette yapamamaktadırlar; çünkü bu organ ve
sistemler, "indirgenemez komplekslik" özelliğine sahip olan
yapılardır ve hayali evrim mekanizmalarıyla aşama aşama gelişmeleri
imkansızdır.
Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda
küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu
gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen Darwin'in
endişe ettiği gibi, evrim teorisini temelinden yıkmıştır.76
Prof. Demirsoy'un bizzat Darwin tarafından ortaya konmuş
olan bu kıstası görmezden gelmesi, buna karşılık "eğer insan yaratılmışsa
neden hasta oluyor" gibi bilim ve mantık dışı spekülasyonlara bel
bağlaması, bizlere bir kez daha evrim savunucularının içine düştükleri bilimsel
krizi göstermektedir.
Ali Demirsoy'un Saat Çarkları Yanılgısı
Philip Johnson, ABD'deki en önde gelen üniversitelerden
biri olan California Berkeley'de uzun yıllar boyunca hukuk profesörlüğü yapmış
ünlü bir akademisyendir. Kariyerinin bir aşamasında biyoloji ile ilgilenmeye
başlamış, bu konuda çok kapsamlı araştırmalar yürütmüş, evrim teorisine
yoğunlaşmış ve bu teoriye karşı çok önemli eleştiriler getirmiştir. 1991
yılından itibaren bu konuda pek çok kitap ve makalesi yayınlanmış, evrimci
biyologlarla girdiği bilimsel tartışmalarda üstünlüğünü kanıtlamıştır.
Profesör Johnson, uzun yıllar süren hukuk kariyerinin
ardından neden evrim teorisine ilgi duyduğunu ise şöyle açıklar:
Evrim teorisini savunan kitapları incelediğimde,
suçluların hakimleri yanıltmak için başvurdukları küçük mantık oyunlarının
benzerleriyle karşılaştım. Ve o zaman tüm bu evrim hikayesinin ardında bir
şeylerin gizlendiğini fark ettim.77
Bu küçük mantık oyunlarından biri, Ceviz Kabuğu
programında Prof. Ali Demirsoy tarafından da kullanılmıştır. Demirsoy,
mutasyonların bir saate isabet eden rastgele değişikliklere benzetilmiş
olmasını konu edinmiş ve şöyle demiştir:
Mutasyona çok yüklendiler izin verirseniz anlatayım.
Mutasyonla değişim bir aldatmacadır (dediler). Bu bir saatin parçasının
değiştirilmesine benzer. Parçası değiştirilen saat çalışır mı yargısına
varılmış ve Sayın Babuna'nın da başkan olduğu vakıf yüzbinlerce adet kitap
halka, öğretim üyelerine bedava hediye etmiştir. Şimdi mantıklı yargılama
gücüne sahip yani düşünen insan kimliğindeki Allah'ın bir kulu bir insan kalkıp
da şu soruyu sormamıştır. Parçaları değiştirmeyi akleden birileri çıkmasaydı
biz hala devenin kuyruğunu tutarak ya da güneş saatine ya da kum saatine
bakıyor olacaktık. Bu parçalar küçük küçük zaman içinde değiştirildiği için
on binlerce saat çeşidi ortaya çıkmıştır.
Ali Demirsoy, bu sözleriyle büyük bir çelişkisini ortaya
koymaktadır. Bu çelişkiyi ortaya koymak için, öncelikle mutasyonların ne
olduğuna kısaca bakalım.
Mutasyonlar, canlıların genleri üzerinde gerçekleşen
rastgele değişikliklerdir. Genellikle radyasyon, yüksek ısı gibi dış etkiler
sonucu meydana gelirler. Dolayısıyla bir mutasyon, genetik yapıya isabet eden
bir "darbe" sayılabilir. Bunun nasıl bir etki oluşturacağını
gözümüzde canlandırabilmek için de, Demirsoy'un sözünü ettiği saat örneğini
kullanabiliriz. Bir çalar saati alın, gözünüzü kapatıp içindeki çarklardan
birini koparın veya saate bir çekiçle vurun; elbette bu şekilde saati
bozarsınız. İşte mutasyonlar da genetik yapıyı bu şekilde bozarlar.
Demirsoy ise, üstteki sözleriyle, kendinden çok emin bir
görüntü altında, çok büyük bir çarpıtma yapmaktadır. "Eğer birileri saatin
içindeki çarkları değiştirmese, saatler gelişmezdi" demektedir. Bunu
söylerken de çok önemli bir farkı gizlemektedir. Demirsoy'un sözünü ettiği
değişiklikler, saatleri geliştirmek için, bilinçli ve amaçlı olarak yapılan
değişikliklerdir. Saat yapımcıları "nasıl daha verimli, daha sağlam, daha
iyi bir mekanizma geliştirebiliriz" diye düşünmüşler, hesaplamışlar ve ona
göre yeni saat tipleri tasarlayıp üretmişlerdir.
Dolayısıyla Sayın Demirsoy'un da anlaması gerekir ki,
tesadüfi değişiklik anlamına gelen mutasyonun, vermiş olduğu "saatçilerin
saatleri geliştirmesi" örneğiyle hiçbir ilgisi yoktur. Aslında
Demirsoy'un vermiş olduğu bu örnek, evrim teorisinin tamamen aleyhinde bir
mantık ortaya koymaktadır. Çünkü saat örneği bize göstermektedir ki, kompleks
yapılar, ancak bilinçli tasarımlarla gelişir, bilinçsiz müdahaleler sonucunda
ise bozulur.
Sayın Demirsoy bu örneği ya üzerinde fazla düşünmeden,
hatalı bir muhakeme sonucunda vermiş ya da Prof. Philip Johnson'ın sözünü
ettiği "küçük mantık oyunlarından" biri olarak kullanmıştır. Her iki
alternatif de, Sayın Demirsoy'un, evrim teorisi hakkındaki inançlarını bir kez
daha ve bu kez objektif bir şekilde gözden geçirmesi gerektiğini
göstermektedir.
Ali Demirsoy'un "Gözün Evrimi" Yanılgısı
Prof. Ali Demirsoy, evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu
programlarının ikincisinde, gözün kökeni hakkında da evrimci bir iddiada
bulunmuştur. Programda insan gözünün son derece kompleks olan tasarımı gündeme
gelmiş, bu tasarımda en ufak bir eksiklik olsa gözün görmeyeceği belirtilmiş ve
Sayın Demirsoy da bunu onaylamıştır. Ancak buna karşılık, gözün rastlantılarla
açıklanabileceği iddiasını korumuş ve "açıklama" olarak da Darwin'in 150
yıl önce öne sürdüğü iddiayı tekrarlamıştır: Bu iddiaya göre, doğadaki
canlılarda farklı göz yapıları vardır, bazıları insan gözüne göre daha basit
yapıdadır ve dolayısıyla söz konusu "basit" görme organlarından
kompleks olanlarına doğru bir evrim gerçekleşmiş olabilir.
Ali Demirsoy bu iddiayı belirtip konuyu geçiştirmek
istemiştir, ama orijinali Darwin'e ait olan bu iddia bir hurafeden başka bir
şey değildir.
Bunun üç temel nedeni vardır:
1) "Basit gözler zamanla kompleks gözlere
dönüştü" iddiasını ele almak için, öncelikle fosil kayıtlarına bakmak
gerekir. Acaba bilinen en eski göz "basit" bir organ mıdır? Hayır,
tam aksine, bilinen en eski göz, şaşırtıcı derecede kompleks olan trilobit
gözüdür. Trilobitler, 500-530 milyon yıl önceki Kambriyen devirde diğer pek
çok karmaşık tür gibi aniden ortaya çıkmış canlılardır. Fosil kayıtları, bu
canlıların gözleri hakkında da çok detaylı tespitler yapılmasını sağlamıştır.
Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin
içinde çift mercek yer almaktadır. Harvard, Rochester ve Chicago
Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü,
ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi
tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.78
2) Kaldı ki, Darwin'in ve Demirsoy'un "ilkel göz"
olarak söz ettiği organlar da, asla rastlantılarla açıklanamayan kompleks ve
indirgenemez bir yapıya sahiptirler. En basit şekliyle dahi olsa, "görme"nin
oluşabilmesi için, bir canlının bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi,
bu duyarlılığı elektriksel sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu
hücrelerden beyne gidecek olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu
bilgiyi değerlendirecek bir "görme merkezi"nin meydana gelmesi gerekir.
Tüm bunların rastlantısal olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne
sürmek ise akıl dışıdır. Evrimci yazar Cemal Yıldırım, evrim teorisini savunmak
niyetiyle kaleme aldığı Evrim Kuramı ve Bağnazlık adlı kitabında bu
gerçeği şöyle kabul eder:
Görmek için çok sayıda düzeneğin işbirliğine ihtiyaç
vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin yanısıra beyindeki özel merkezlerle göz
arasındaki bağıntılardan söz edilebilir. Bu karmaşık yapılaşma nasıl
oluşmuştur? Biyologlara göre evrim sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım, kimi
ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle
atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu kadarcık bir oluşumun kendi başına
canlıya sağladığı avantaj ne olabilir? Öyle bir oluşumla birlikte
beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da kurulması gerekir.
Oldukça karmaşık olan bu birbirine bağlı düzenekler kurulmadıkça
"görme" dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez. Darwin
varyasyonların rastgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı, görmenin gerektirdiği
o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik yerlerinde aynı zamanda
oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez miydi?.. Oysa görme için
birbirini tamamlayıcı bir dizi değişikliklere ve bunların tam bir uyum ve
eşgüdüm için çalışmasına ihtiyaç vardır… Sıradan bir yumuşakça olan ibikin
gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz dokulu lens vardır.
Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi rastlantıyı gerektiren
bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl açıklayabiliriz?79
Görüldüğü gibi, her ne kadar Sayın Demirsoy "gözün
kökeni" sorununu 150 yıllık köhne Darwinist masallarla geçiştirmeye
çalışsa bile, evrimciler bu sorunun evrim teorisini çıkmaza sokan bir gerçek
olduğunun farkındadırlar ve bunu kabul etmektedirler.
3) Ali Demirsoy'un Darwin'den aktararak öne sürdüğü gözün
evrimi senaryosunun gizlemeye çalıştığı çok önemli bir nokta da, "ışığa
duyarlı hale gelen hücre" hikayesidir. Acaba Darwin'in ve diğer
evrimcilerin "görme, tek bir hücrenin ışığa duyarlı hale gelmesiyle
başlamış olabilir" derken geçiştirdikleri bu yapı, nasıl bir tasarıma
sahiptir?
Bu konuyu Darwin's Black Box adlı ünlü kitabında
ele alan Amerikalı biyokimya profesörü, Michael Behe, Darwin'in gözün oluşumu
hakkındaki yorumlarının, aslında 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyinin bir ürünü
olduğunu şöyle belirtmektedir:
Darwin dünyanın büyük bir kısmını modern gözün basit bir
yapıdan yavaş yavaş meydana geldiğine ikna etmiş görünüyordu, ama görme
olayının başlama noktasının nereden geldiğini açıklamayı denememişti bile.
Aksine Darwin, bu basit ışığa hassas noktanın yani gözün kökeni sorusunu
bilerek gözardı etmişti... Bu soruyu gözardı etmek için de mükemmel bir
bahanesi vardı: Bu tamamen on dokuzuncu yüzyıl bilimini aşmaktaydı. Gözün nasıl
çalıştığı - yani, ışık fotonları retinaya ilk düştüğünde neler olduğu - o
dönemde açıklanamazdı.80
Peki Darwin'in basit bir yapı olarak görüp geçiştirdiği
bu sistem gerçekte nasıl çalışır? Gözün retina takabasındaki hücreler,
üzerlerine gelen ışık parçacıklarını nasıl algılarlar? Michael Behe kitabında
bu sorunun son 20 yılın bilimsel bulguları sayesinde ortaya çıkan cevabını
detaylı olarak vermektedir. Son derece karmaşık olan bu sistemin detaylarına
burada girmeyeceğiz, ancak tek söylenmesi gereken, retina hücrelerinin içinde
gerçekleşen ve ışığın hücre tarafından algılanması işlemlerinin, domino taşları
gibi art arda dizilmiş son derece kompleks bir biyokimyasal sistem olduğudur.
Bu sistemin yanında "tesadüf", "doğal seleksiyon" gibi
evrimci kavramlar gülünç kalmaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya,
Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul 2000, s. 255-257) Michael Behe, gözün
kimyası ve evrim teorisi hakkında şu yorumu yapmaktadır:
Darwin'in 19. yüzyılda açıklayamadığı görme olayı ve
gözün anatomik yapısı, gerçekten de hiçbir evrimci mantıkla açıklanamaz.
Evrim teorisinin öne sürdüğü açıklamalar o kadar basittir ki, gözde yaşanan ve
kağıda dökülmesi bile zor olan inanılmaz derecedeki karmaşık işlemleri asla
açıklayamaz.81
Dolayısıyla Prof. Ali Demirsoy'un gözün kökenini evrimci
bir mantıkla açıklamak (daha doğrusu geçiştirmek) için öne sürdüğü "ilk
başta ilkel gözler ortaya çıktı, sonra bunlar kompleks gözlere evrimleşti"
şeklindeki senaryo, hiçbir bilimsel temeli olmayan, hiçbir zaman gerçekleşmemiş
ve zaten gerçekleşmesi imkansız olan bir masaldır.
Çevre Şartlarının Genetik Bilgi Üzerinde Etkisi Olduğu Yanılgısı
Sayın Prof. Ali Demirsoy programda, başlangıçta çevre
değişikliklerinin canlıların genetik yapısı üzerinde bir etkisi olmayacağını
açıkça kabul etmiştir. Ancak bu ifadesinden birkaç dakika sonra, "zürafada
boyu uzatan genler baskın çıkıyor. Uzatan genler yığılıyor, kısa genler
eleniyor ve uzun süre sonra uzun boylu olunuyor" ifadesiyle zürafaların
boylarının uzamasını çevre değişikliğine bağlayınca, ilk ifadeleriyle çok açık
bir çelişkiye düşmüştür. Kendisine çevre değişikliklerinin yeni genetik
özellikler meydana getiremeyeceği hatırlatılmıştır. Bunun üzerine, Sayın
Demirsoy şu kelimelerle özetleyebileceğimiz bir cevap vermiştir:
"Zürafanın boyunun uzama özelliği sonradan
kazanılmıyor. Bu özelliği taşıyan gen zürafada zaten vardı. Ama çevre şartları
değişmeden önce baskınlık kazanmamıştı. Çevre şartları değişince boyu uzatan
genler baskın hale geldi ve böylece zürafaların boyu uzadı."
Yani Sayın Demirsoy şunu demeye getirmiştir:
"Zürafanın boyunu uzatan gen eskiden beri bu türün
kromozomlarında vardı. Bu gene ihtiyaç olmadığı dönemlerde baskın değildi, ama
sonradan yüksek dallara uzanması gerektiği ortamda uzun boy geni baskınlık
kazandı ve ön plana çıktı."
İşte bu cevap, evrimcilerin, genlerin evrimi konusunda
sıkıştıklarında ortaya attıkları en klasik cevaptır. Bu cevapla asıl o genlerin
nasıl tesadüfen ortaya çıktığını açıklama imkansızlığını örtbas etmeye
çalışırlar. Oysa, bu cevap hem çelişkili, hem mantıksız, hem de dayanaksızdır.
Çelişkilidir, çünkü evrim teorisinin "genler önceden
varolageliyordu, uygun şartlarda baskın hale geldiler" gibi bir iddiası
hiç olmamıştır. Teori, "mutasyonların ortaya çıkardığı sözde olumlu
özelliklerin doğal seleksiyonla seçilmesi" şeklinde temel bir mekanizma
tarif etmiş, "evrimin ilerletici gücü" olarak da bunu benimsemiştir.
Sayın Demirsoy'un varsayımı ise teorinin bu temel kabulüyle taban tabana
zıttır. Zira evrimci otoriteler dahi doğal seleksiyonun fenotipe yansımayan
genler üzerinde seçici etkisi olamayacağını bizzat kendileri kabul
etmektedirler. Sayın Demirsoy, soruyu cevapsız bırakmama çabasına girince,
teorinin temel kabulleriyle çelişkiye düşmüştür.
Mantıksızdır, çünkü böyle bir varsayımın kabulü halinde, tüm türlere
ait tüm genetik özelliklerin daha önceki türlerin genlerinde mevcut olduğu,
bunların sonradan uygun şartlarda ortaya çıktığı gibi bir sonuç ortaya
çıkmaktadır. Sayın Demirsoy'un kendi örneği üzerinden devam edecek olursak,
zürafanın uzun boy geninin, teoriye göre zürafanın atası olan memeli
türlerinin, onlardan önce kuşların, onlardan önce sürüngenlerin, onlardan önce
de balıkların genlerinde bulunduğu gibi mantıksız bir neticeye ulaşılmaktadır.
Dayanaksızdır, çünkü, eğer Sayın Demirsoy'un iddiası doğru olsaydı,
bugün de bunu doğrulayacak genetik veriler bulunurdu. Örneğin, aynı örnek için,
zürafanın uzun boy geninin başka türlerin kromozomlarında "saklı"
biçimde bulunması gerekirdi. Sadece bu gen değil, insanın iki ayaklı yürüyüşüne
ait genetik bilgilerin, kedinin gece görüşüne ait genetik bilgilerin ve buna
benzer birçok özelliklerin en azından belli bir kısmının diğer canlı türlerinde
de tespit edilmesi gerekirdi. Ama bugüne kadar böyle bir tesbit söz konusu
değildir, Sayın Demirsoy'un iddiası mesnetsizdir.
Ali Demirsoy'un Evrenin Kökeni ve
Eınsteın Hakkındaki Yanlış Yorumu
Ali Demirsoy'un Ceviz Kabuğu programında ileri sürdüğü
asılsız iddialardan bir diğeri, çağımızın ünlü fizikçisi Albert Einstein
hakkındadır. Einstein'in 20. yüzyılın başlarında yaptığı astrofizik
hesaplamalara bazı teorik katsayılar eklediği ve bundaki amacının ise
hesaplamalarını o dönem yaygın kabul gören "sonsuz evren" modeline
uydurmak olduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim Einstein daha sonra bunu kariyerinin
en büyük hatası olarak nitelemiştir. İşte Ali Demirsoy, Einstein'in bu
yanılgısını belirtmiş ama bu arada çok önemli bir çarpıtma yapmıştır:
Einstein'in, Allah'a inandığı için bu yanılgıya düştüğünü iddia etmiştir.
Oysa gerçek tam tersidir. Ve Demirsoy'un bu iddiası,
son derece temel bir bilgi eksikliğinin ortaya dökülmesinden ibarettir. Şöyle
ki:
Birincisi; "Sonsuz
evren" düşüncesi Ali Demirsoy'un çarpıtmaya çalıştığı gibi yaratılışın bir
iddiası değil, tam tersine materyalistlerin, evrimcilerin ve yaratılış
karşıtlarının yüzyıllardır savunduğu bir iddiadır. Kökeni Antik Yunan'a dek
uzanan bu "sonsuz evren" fikri, her devirde, ateistlerin,
materyalistlerin ve din düşmanlarının felsefelerinin temelini oluşturmuştur. Bu
görüş evrenin sonsuz büyüklükte olduğunu, zaman içinde sonsuzdan gelip sonsuza
gittiğini, bir başlangıcı olmadığını, dolayısıyla yaratılmadığını savunur.
Bu iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri, 20. yüzyılın
ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm'in ünlü bir
savunucusu haline gelen Georges Politzer idi. Politzer, Felsefenin Başlangıç
İlkeleri adlı kitabında, "sonsuz evren" modelinin geçerliliğine
güvenerek yaratılışa şöyle karşı çıkmaktaydı:
Evren
yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı
tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş
olması gerekirdi. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.82
Oysa bilim, Politzer'in ve tüm diğer materyalistlerin
derin bir yanılgı içinde bulunduklarını, evrenin "yoktan
yaratıldığını" 20. yüzyılda gelişen "Big Bang" teorisi ile
kanıtlamış durumdadır.
İkincisi; Ali Demirsoy'un anlattığı olayın aslı
şudur: Sonsuz evren modelinin geçersizliğini 20. yüzyılda ilk fark eden bilim
adamı Albert Einstein'dir. Einstein
1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplarda
evrenin sonsuz ve durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Ancak o ana kadar
evrenin sonsuz ve sabit olduğu şeklindeki materyalist görüş astronomiye hakim
olduğu için Einstein bu sonuç karşısında son derece şaşırmıştı. Dönemindeki
astronomların da baskısıyla buluşunu hakim olan sonsuz evren modeline
uydurabilmek için denklemlerine "kozmolojik sabit" adını verdiği bir
faktör ilave etmişti.
Görüldüğü gibi Einstein buluşunu, sahip olduğu Allah
inancına uydurabilmek için değil, tam tersine o dönemde tüm bilim dünyasına
hakim olan materyalist dogmaya ters düşmemek için uyarlamak zorunda kalmıştır.
Üçüncüsü; Ali Demirsoy'un
sözünü ettiği Edwin Hubble isimli bilim adamı ise evrenin genişlediğini,
dolayısıyla sonlu olduğunu ve bir başlangıcı olduğunu ortaya koyarak
"sonsuz ve durağan evren" şeklindeki materyalist görüşü kökünden
yıkmıştır. Evrenin bir başlangıcı olması demek onun yoktan var olduğu, diğer
bir deyimle, "yaratıldığı" anlamına gelmekteydi. Hubble'ın ortaya
koyduğu, Ali Demirsoy'un da tasdik ettiği bu bilimsel gerçek, yani evrenin
sonsuz olmadığı, bir başlangıcı olduğu ve genişlediği gerçeği ise büyük bir
mucize olarak Kuran'da 14 yüzyıl öncesinden haber verilmekteydi:
Biz
göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz biz, onu genişleticiyiz.
(Zariyat Suresi, 47)
Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew da evrenin bir
başlangıcı olduğunu ve sonlu olduğunu ispatlayan Big Bang teorisinin dini
kaynakları doğruladığını şöyle itiraf etmektedir:
İtiraflarda
bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta
bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir.
Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir:
Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.83
Görüldüğü gibi Ali Demirsoy'un saptırmaya çalıştığının
aksine, evrenin sonlu olduğu ve başlangıcı olduğu yani "yaratıldığı"
Kuran'ın bildirdiği bir gerçektir. Evrenin sonsuz olduğu, sonsuzdan gelip
sonsuza gittiği şeklindeki bilim dışı ve dogmatik iddia ise materyalistlerin,
ateistlerin savunduğu bir safsatadır.
Kısacası modern bilim Ali Demirsoy ve benzeri diğer
materyalistlerin ve evrimcilerin iddia ettiklerinin aksine Kuran'ı tasdik
etmekte, materyalist görüşü ise reddetmektedir.
Tüm bunlardan çıkan sonuç, Ali Demirsoy ve temsil
ettiği evrimci zihniyetin, kendi önyargılarını savunmak ve bilimsel gerçekleri
-her ne kadar aksini ispat etseler de- kendi dogmalarına alet edebilmek için ne
derece vahim mantık ve muhakeme bozukluklarına düşebildikleridir.
Ali
Demirsoy'un "Tercüme Çarpıtması" İddiası
Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarının
ikincisinde, Darwin'in Türkler aleyhindeki hakaretamiz sözleri de gündeme
gelmiştir. Ali Demirsoy, bir Türk olarak Avrupa'da Türk düşmanlığı ile
karşılaştığını, buna çok üzüldüğünü anlattıktan sonra, programa katılan diğer
yorumcular, bu Türk düşmanlığının temelinde Darwin'in ırkçı teorilerinin ve
hatta doğrudan Türkleri hedef alan sözlerinin yattığını haklı olarak belirtmişlerdir.
Gerçekten de Avrupa ırkçılığından ve Türk düşmanlığından rahatsızlık duyan
Demirsoy'un, aynı zamanda her iki kavramın da sözde bilimsel kökenini oluşturan
Darwinizm'e bağlı olması büyük bir çelişkidir.
Demirsoy da bu çelişkiyi fark etmiş olacak ki,
"Darwin'in aslında Türk düşmanı olmadığını, buna delil olarak kullanılan
alıntının çarpıtılarak tercüme edildiğini" ileri sürerek durumu kurtarmaya
çalışmıştır. Oysa Demirsoy'un iddiası doğru değildir:
1) Ali Demirsoy Darwin'in
Türkler hakkındaki hakaretamiz sözlerinin "Charles Darwin'in oğlu
tarafından" söylendiğini ileri sürmüştür. Oysa gerçekte söz konusu sözler
Charles Darwin'e aittir ve Darwin'in W. Graham adlı dostuna yazdığı 3 Temmuz
1881 tarihli mektubunda geçmektedir. Ancak bu mektubu diğer pek çok mektupla
beraber toplayıp kitap halinde yayınlatan kişi Charles Darwin'in oğlu Francis
Darwin'dir.
2) Alıntıda Darwin'in
Türkler hakkında hakaret boyutunda sözler söylediği tartışılmaz bir gerçektir.
Türklerden bahsederken açıkça "lower races" ifadesini kullanmaktadır
ki, anlamı "aşağı ırklar"dır.
3) Ali Demirsoy'un
"tercüme çarpıtması" derken kast ettiği husus, muhtemelen alıntıda
geçen "Turkish hollow" sözcüğünün tercümesiyle ilgilidir. Bu ifade
ilgili kaynaklarda genellikle "Türk barbarlığı" olarak tercüme
edilmektedir ki, Demirsoy'un itirazı ancak buna yönelik olabilir.
Ancak söz konusu tercümede kesinlikle bir çarpıtma
yoktur. "Hollow" sözcüğünün İngilizcedeki ilk anlamı, "boşluk"tur.
İçi boş bir yapıyı tarif eder. Örneğin kuş kemiklerinin içi boştur ve bundan
"hollow bone structure" diye söz edilir. Ancak eğer Darwin'in
"Turkish hollow" sözcüğü bu şekilde tercüme edilirse "Türk
boşluğu" demek gerekecektir ki, bunun Türkçede bir mana taşımayacağı
açıktır. Darwin'in kastı da bu
olmamalıdır.
Nitekim kelimenin ikinci, üçüncü anlamlarına
baktığımızda, konu biraz daha anlaşılır. İngilizce'nin en temel sözlüklerinden
biri sayılan, 250 bin kelimelik, 1644 sayfalık Webster's New Universal
Unabridged Dictionary'de hollow kelimesi "without real of
signigicant worth" (gerçek veya kayda değer bir değerden yoksun)
olarak tanımlanmaktadır.84 Bunun Türkçe karşılığı
ise "değersizdir".
Dolayısıyla Darwin "Turkish hollow"
derken "Türk değersizliği" demek istemiştir.
Ancak Türkçe kullanım açısından
"Türk değersizliği" ifadesi de gariptir. Dolayısıyla kastedilen
manayı tam verebilmek için, uygun bir Türkçe kelime aramak gerekir. İşte
"barbar" kelimesi bu noktada tercih edilmiştir. Çünkü Darwin
"Türk değersizliği" derken, Türk milletinin kayda değer bir vasfa,
kültür ve medeniyete sahip olmadığını iddia etmektedir ki, "medeniyetten
yoksun, medenileşmemiş" anlamına gelen "barbar" kelimesi bu
manayı birebir karşılamaktadır.
Sonuçta alıntının Türkçe tercümesinde hiçbir çarpıtma
bulunmamaktadır. Sadece, kelimenin birebir tercümesi değil, aynı anlamı ifade
edecek bir başka Türkçe kelime seçilmiştir ki, bu da tercümelerde kullanılan
meşru bir tekniktir. Tüm bunlara rağmen, Ali Demirsoy "barbar"
kelimesini kabul etmediği takdirde geriye kalan tek seçenek olan
"değersiz" kelimesini tercih etmek zorunda kalacaktır ki bu durumun
da ne Türk Milleti'ni bu şekilde tanımlayan Darwin'i ne de ona büyük sevgi ve
hayranlık besleyen takipçilerini mazur göstermeyeceği açıktır.
Ali Demirsoy'un "Yaratılışı Savunanı Üniversiteden Atma" Tehdidi
Ali Demirsoy'un "evrim delili" sandığı örnekler
bu kadar çürük iken, kendisi, evrim teorisine bağlılık anlamında çok büyük bir
dogmatizm sergilemiştir. Canlıları Allah'ın yarattığını savunan bir insanı
bilim adamı saymayacağını, böyle bir insanı "kolundan tutup üniversitenin
kapısına koyacağını", "asla akademik kariyer yapmasına izin
vermeyeceğini" söylemiştir. Bu, evrimcilerin, tamamen yanlış bir teoriye
inanmalarına rağmen, ne kadar "gözü kapalı" bir tarafgirlik içinde
olduklarını gösteren çok önemli bir örnektir.
Demirsoy'un, programın sunucusu Hulki Cevizoğlu ile
diyaloğu sırasında sarf ettiği bu sözlerin dökümü aşağıdaki gibidir:
Hulki Cevizoğlu- Allah inancınızı soruyorum.
Ali Demirsoy- Bakın bir bilim adamına bu sorulmaz. Eğer
bir bilim adamı herhangi bir şekilde Tanrı'ya inanırsa üniversitede bulunmaması
lazım....
Hulki Cevizoğlu- Demin söylediğiniz çok çarpıcı bir
şey. Tanrı'ya inanan bilim adamı olamaz mı dediniz?
Ali Demirsoy- Mümkün değil. Çünkü doğal kuralların
konulduğu yerden siz Tanrısal tasarıma inanıldığı bir yerde siz değiştirmeye
kalkamazsınız ki. Bu nedenle de semavi dinlerin yoğun olarak uygulandığı
yerlerde bilimin gelişmesinde çok büyük engeller olmuştur.
Hulki Cevizoğlu- Siz hala üniversitede devam
ediyorsunuz.
Ali Demirsoy- Şimdilik devam ediyoruz.
Hulki Cevizoğlu- Asistanlarınız, sizin yanınızda
çalışan akademik çalışma yapan var mı arkadaşlarınız?
Demirsoy- Doğal olarak var tabi. Çok hem de.
Hulki Cevizoğlu- Yani ne
bileyim doçentlik tezlerine doktora jürilerine girdiğiniz öğrencileriniz yok
mu?
Ali Demirsoy- Var. Olmaz olur mu?
Hulki Cevizoğlu- Ben şimdi size kendimden örnek vereyim
de kimsenin adı geçmesin. Ben sizin öğrenciniz olsam sizin üniversitenizde bir
doktora öğrenci olsam ve tezimi sizin de bulunduğunuz bir jüride savunuyor
olsam, siz önce bana tezimi kabul edip etmemek için önce inançlı olup
olmadığımı test edip, ona göre mi…
Ali Demirsoy- Kesinlikle hayır. Öyle birşey soramayız.
O insan haklarına aykırı.
Hulki Cevizoğlu- Ama peki Tanrı'ya inanan bilim
adamı olamaz derseniz, bilim adamı olmanın temelinde de önce doktora yapmak
geliyor.
Ali Demirsoy- Özür dilerim inanma başka şey eylem
başka şey siz eğer tezin içerisine yazarsanız ki "Bu Allah'ın hikmetidir
yapacak bir şey yok". Ben o gün sizi üniversiteden dışarı atarım.
Demirsoy'un "tezin içine bu Allah'ın hikmetidir
yazarsa" ifadesiyle kast ettiği, bir bilim adamının doktora tezinde
canlıların yaratılmış olduğu sonucuna varmasıdır. Ve Demirsoy, bu sonuca varan
bir kimseyi "üniversitenin dışına atacağını" söylemektedir. Yani ya
Ali Demirsoy gibi 19. yüzyıldan kalma Darwinist hurafelere inanmak
gerekmektedir ya da üniversitede hayat hakkı yoktur. Hiç şüphesiz Ali
Demirsoy'un bu yaklaşımı, bilim adamı kimliğiyle hiçbir şekilde uyuşmayan, son
derece baskıcı ve dogmatik bir tavırdır.
Ali
Demirsoy'un Biyolojik Faşizm Yanılgısı
Türkiye'nin en önde gelen Darwinistlerinden biri olan Prof.
Ali Demirsoy'un bir özelliği de, 19. yüzyılın sonlarında bazı evrimci
biyologlar tarafından geliştirilen ve sonra da Nazi Almanyası'nda uygulanan
"öjeni" adlı teoriye inanmasıdır.
Öjeni, "ırk ıslahı" anlamına gelen bir
kavramdır. Darwin'in yolunu izleyen biyologlar tarafından ortaya atılmıştır.
İnsanları bir hayvan türü olarak gören, dolayısıyla hayvanlar için geçerli
kuralları insanlara uygulayan öjeni teorisyenleri, insan neslinin de inekler
veya köpekler gibi "hayvan yetiştiriciliği" yöntemiyle
geliştirilmesini hedeflemiştir. Öjeni teorisyenlerine göre bir toplumdaki
sakatlar ve hastaların çoğalması önlenmeli, (gerekirse bunlar öldürülmeli)
sağlıklı bireyler ise bolca "çiftleştirilerek" sağlıklı ve güçlü
nesiller oluşturulmalıdır.
Bu teoriyi ilk kez isimlendiren ve uygulayan kişi,
Charles Darwin'in kuzeni olan Francis Galton'dur. Galton'dan sonra ise, Almanya'nın
en ünlü Darwinist biyoloğu Ernst Haeckel (1834-1919), bu teoriyi
geliştirmiştir. Haeckel, bir ırkı geliştirmek ve sözde evrimsel ilerlemesini
hızlandırmak için, sakat, geri zekalı ve kalıtsal hastalıklara sahip insanların
öldürülmesini savunmuştur! Haeckel, Wonders of Life adlı kitabında,
"sakat doğan bebeklerin hiç vakit yitirilmeden öldürülmesini"
savunmuş ve bu bebeklerin henüz bir bilince sahip olmadıklarını ileri sürerek
"bunun bir cinayet sayılmayacağını" iddia etmiştir.85 Haeckel sadece sakat doğan bebeklerin değil,
toplumun sözde evrimine engel olan tüm hasta ve sakat insanların "evrim
yasaları" gereğince ayıklanmasını istemiştir. Hastaların tedavi edilmesine
karşı çıkmış, bu tedavinin doğal seleksiyonu engellediğini ileri sürerek şöyle
yazmıştır:
İyileşmesi
mümkün olmayan yüz binlerce hasta, örneğin akıl hastaları, cüzzamlılar, kanser
hastaları yapay olarak hayatta tutulmakta, ama bu kendilerine veya toplumun
geneline hiçbir yarar getirmemektedir... Bu kötülükten kurtulabilmek için,
yetkili bir komisyonun kararı ve gözlemiyle hastalara hızlı ve etkili bir
zehir verilmelidir.86
Haeckel'in teorisini kurduğu bu vahşet, Nazi Almanyası
tarafından uygulamaya kondu. Darwin'in ırk teorisini benimseyen Naziler,
iktidara geldikten kısa bir süre sonra, resmi bir öjeni politikası başlattılar.
Alman toplumu içindeki akıl hastaları, sakatlar, doğuştan körler ve kalıtsal
hastalıklara sahip olanlar, özel "sterilizasyon merkezleri"nde
toplandılar. Bu kişilere, Alman ırkının saflığını ve evrimsel ilerleyişini bozan
parazitler olarak bakılıyordu. Nitekim bir süre sonra toplumdan soyutlanan bu
insanlar, Hitler'den gelen gizli bir talimata göre öldürülmeye
başlanacaktı.
Naziler bu insanlık dışı teoriyi
uygulamakta gecikmediler. İktidara geldikleri 1933 yılında "ırksal
sterilizasyon" kanunları çıkartıldı. Bu kanunlara göre sakatlar, zeka
özürlüler, hastalıklı kimseler kısırlaştırılmalı ve böylece üremeleri
engellenmeliydi. Hatta, toplumdan soyutlanmalı ve bu nedenle belli merkezlerde
toplanmalıydılar. Naziler bu merkezleri vakit yitirmeden kurdular ve pek çok
insanı buralara toplayıp hayvan muamelesi gösterdiler. "Nazi Kutsal Sağlık
Mahkemeleri" ilk üç yıl içerisinde 80.000 kişiye kısırlaştırma ameliyatı
yaptı.
Zaman içinde Almanların öjeni
politikaları daha da şiddetlendi ve sonuçta geri zekalılara, delilere ve diğer
istenmeyen kişilere "ötenazi" uygulandı. Yani bu kişiler,
ilaç verilmek suretiyle öldürüldüler. Bu dönemde kaydedilmiş bazı film ve
fotoğraf görüntüleri, Nazi doktorları tarafından zehir enjekte edilerek öldürülen
binlerce akıl hastası veya sakat insanın içler acısı durumunu göstermektedir.87 Yaşlılar ve küçük çocuklar dahi bu vahşetin
hedefi olmuşlardır.
Nazi Almanyası'nın ortadan kalkmasıyla birlikte, öjeni
teorisi de unutulmaya yüz tutmuştur. Ama ne ilginçtir ki, Türkiye'nin en önde
gelen Darwinistleri'nden biri olan Prof. Ali Demirsoy, bu vahşet teorisini
yeniden uygulama niyetindedir. Prof. Demirsoy, bu konudaki görüşlerini, Aralık
1997'de Ankara'da düzenlenen "Türkiye Sorunlarına Çözüm Konferansı"nda
ortaya koymuştur. Demirsoy'un konferans kayıtlarında geçen ilgili ifadesi aynen
şu şekildedir:
Her
ne kadar politikacılar kürsülerden sık sık 'halkın sağduyusuna güven' diye
bağırsalar da, bir toplumun sağduyuyla yönlendirilemeyeceği açıktır. Bakın, bu
kayık su alıyor, diyoruz ki; "bu kayığın içerisinden birilerinin
ayıklanması lazım". Eğer derseniz ki; "yok illa efendim bir söyleneni
anlamayan, hırsızlık yapan adamlar bu kayığın içinde kalsın"... Bana sorarsanız, ben biyolojik bir
faşistim, ana karnında dördüncü ayında bu özellikleri gösteren kişileri dışarı
almak lazım.88
Kısacası Ali Demirsoy, evrimci biyologların anne
rahmindeki bebekleri genetik olarak incelemelerini ve "mahsurlu"
gördükleri bebekleri, doğumuna izin vermeden anne rahminden çıkarmalarını, yani
öldürmelerini savunmaktadır. Bunun 1930'larda Nazi
Almanyası'nda uygulanan vahşetlerden hiçbir farkı yoktur. (Bunun son derece
hatalı bir düşünce olduğu da açıktır, eğer bir insan genetik olarak
"olumsuz" özelliklere sahip olsa, örneğin Demirsoy'un söylediği gibi,
"laf anlamayan", hırsızlık yapmaya yatkın biri olsa bile, eğitim
yoluyla kolaylıkla topluma kazandırılabilir. Genler, insan davranışlarını
yönlendiren etkenlerden sadece birisidir ve bir insanın kültürü ve dünya görüşü
her zaman için daha baskındır.)
Ceviz Kabuğu programında da Ali Demirsoy'un bu görüşü
gündeme gelmiş ve kendisi "biyolojik faşizm"in savunmaya devam
etmiştir.
Sonuçta, 21. yüzyılda ülkemizde biyoloji konusunda en
önde gelen isimlerden biri olan bir bilim adamının hala Nazi teorilerine
inanması, bunları ciddi ciddi savunması, ülkemiz açısından oldukça endişe
verici bir durumdur. Görülen odur ki, ülkemizdeki evrimci topluluğun acil bir
zihniyet değişikliğine ihtiyacı vardır. Yoksa, "Allah yarattı diyeni
üniversiteden atarım" veya "genetik yönden uygun bulmadığım
bebekleri dördüncü ayda öldürürüm" gibi akıl almaz düşüncelerle,
Türkiye'nin toplumsal barış ve huzuruna yönelik büyük bir tehdit haline
geleceklerdir.
Sayın
Demirsoy'a Bir Tavsiye
Önceki sayfalarda Prof. Ali Demirsoy'un yanılgılarını
bilimsel kanıtlarla açıkladık. Ancak tüm bunların yanında, kendisini -ve diğer
pek çok evrimciyi- evrimci olmaya zorlayan birtakım ideolojik ve hatta
psikolojik etkenler vardır ki, bunları da belirtmeyi gerekli görüyoruz.
Sayın Prof. Ali Demirsoy, evrim teorisi konulu Ceviz
Kabuğu programlarının ikincisinde, Türkiye'yi ve İslam dünyasını sevdiğini,
"milletine ve hatta ümmetine hizmet etmek için" biyoloji ile
uğraştığını belirtmiştir. Bu kuşkusuz takdir edilecek bir yaklaşımdır. Ancak
Sayın Demirsoy artık fark etmelidir ki, "hizmet" için seçmiş olduğu
yol yanlıştır. Kendisi "yaratılış dogmadır, Darwinizm bilimdir"
şeklindeki, sürekli tekrarladığı yanlış ve dar bir şablon içinde düşünmekte, bu
yanılgı içinde farkında olmadan hem çevresine hem de kendisine zarar
vermektedir. Biyolojik araştırmalarında gösterdiği titizliği, bu araştırmaları
yorumlarken de göstermeli, dogmatizmden gerçekten uzak durarak canlılığın
kökenini bir kez daha düşünmelidir.
Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, "ben bunca yıl evrim
teorisini savundum, bundan vazgeçersem itibarımı yitiririm" şeklindeki
muhtemel bir düşünce de son derece yanlış olacaktır. Dürüst, şahsiyetli ve
onurlu bir insan, yaptığı hatayı fark ettiğinde, bu hata ne kadar büyük olursa
olsun, hiç tereddüt etmeden bunu terk eden ve gördüğü gerçeği kabul eden
insandır. Hatasını görmek ve düzeltmek insanı küçültmez, büyütür. Büyük
insanlar, kibirlerini, gururlarını, "insanlar ne der" endişelerini
bir kenara bırakıp, tam bir samimiyet içinde sadece gerçeğin peşinde giden
insanlardır.
Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarının
ikincisinde, Sayın Demirsoy'un iç dünyası da kısmen ekranlara yansımıştır.
Kendisinin katı, duygusuz, ruhsuz bir insan olmadığı tüm izleyiciler tarafından
görülmüştür. Ailesinin kaybından dolayı yaşamış olduğu derin üzüntü ve onlara
karşı olan sevgisi aşikardır.
Peki ama Sayın Demirsoy hiç düşünmüş müdür;
"seven, üzülen, hatıraları olan, sevdiklerine özlem duyan, merhamet eden,
tüm bunları hisseden ben kimim" diye?
Sayın Demirsoy'un inandığı evrim teorisine göre,
insan, rastgele yan yana gelmiş atomlardan, moleküllerden ve bunların
arasındaki kimyasal reaksiyonlardan ibarettir. Oysa bizzat Sayın Demirsoy'un—ve
tüm insanların—duyguları, bu iddianın saçmalığını göstermeye yeter. Seven,
üzülen, hatıraları olan, özlem duyan, ağlayan, kimi zaman öfkelenen insan,
nasıl olur da "atomlar, moleküller ve bunların arasındaki kimyasal
reaksiyonlar"dan ibaret olur? Hangi atom hissetmeyi bilir? Hangi atom ailesini sever, sevdiklerini özler,
hayal kurar, kendisine amaç belirler?
İnsanın bir "atom yığını" olmadığı, bunun çok
daha ötesinde, farklı bir benliğe sahip olduğu aşikardır. Bu benlik, şu veya bu
atom, mokekül veya reaksiyon değil, madde ötesi bir varlık olan
"ruh"tur.
Ve bu ruhu yaratmış olan sonsuz kudret sahibi bir
Yaratıcı vardır.
Sayın Demirsoy'a bu gerçek üzerinde tekrar düşünmesini
tavsiye ediyoruz. Belki şimdiye kadar bu konu ne zaman aklına gelse,
"bunlar dogmatik fikirler, düşünmemem lazım" gibi yanlış bir mantıkla
kendisini aldatıp düşünmekten kaçınmış olabilir. Ama gerçeği görmenin ve kabul
etmenin yaşı yoktur. Ve başta belirttiğimiz gibi, bu gerçeği görmek Ali
Demirsoy'u küçültmeyecek, aksine büyütecektir. Ve ona bambaşka bir hayatın
kapılarını açacaktır.
"EVRİMCİ YARATILIŞ"
TEZİNDEKİ YANILGILAR
Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programlarında evrim teorisi lehinde
söz alan kimselerin, temelde yaratılışı reddetmek amacında oldukları açıkça
görülen bir gerçektir. Ancak bunun yanında, programda söz alan bazı yorumcular,
evrim teorisi ile yaratılış arasında bir tür "orta nokta" bulmaya
çalışmışlar, hatta evrim teorisine Kuran'da delil bulmak istemişlerdir.
Söz konusu "evrimci yaratılış" teorisi de bir
yanılgıdır ve bu bölümde cevaplandırılacaktır. Ancak bundan önce, bir hususu
belirtmek gerekir.
Gözlerden asla kaçmaması gereken bir gerçek, evrim
teorisi-yaratılış tartışmasında temel meselenin "tesadüf" iddiasında
odaklanmış olmasıdır. Evrim teorisini savunanlar, canlılığın bir tesadüfler
zinciri ile oluştuğu iddiasındadırlar. Darwin'in yazılarının özü budur ve onu
izleyen tüm evrimciler aynı iddiayı korumaktadır. Evrim teorisinin varlık amacı
bu iddiadır. Aynı zamanda evrim teorisinin saçmalığı da bu iddiadan
kaynaklanmaktadır, çünkü bilim doğada "tesadüfün" değil "tasarımın"
hakim olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, bir insan "tesadüf"
iddiasını kabul etmedikten, canlıların Allah tarafından yaratıldığını tasdik
ettikten sonra, temelde doğru bir anlayışa kavuşmuş olur.
Yaratılış gerçeğini kavradıktan sonra ise, bir insanın
yapması gereken, "yaratılışın nasıl bir sistemle olduğunu" anlamaya
çalışmaktır. Bunun için önünde iki kaynak vardır:
1) Bilimsel kanıtlar, özellikle de canlıların dünya üzerinde
nasıl bir formda çıktıklarını gösteren fosil kayıtları.
2) Kuran'da bu konuda verilen İlahi bilgiler.
İşte "evrimci yaratılış" tezi, bu iki kaynak
açısından da hatalıdır. Ne bilimsel bulgular canlı türlerinin birbirine
dönüştüğünü göstermektedir, ne de Kuran ayetlerinde yaratılışın bu şekilde
olduğuna dair bir ifade vardır. Aksine, fosil kayıtları farklı canlı
gruplarının yeryüzünde aniden ve özgün yapılarıyla belirdiklerini
göstermektedir. Kuran ayetleri ise, canlıların Allah tarafından metafizik bir
biçimde, tek bir "Ol" emriyle yaratıldığını haber vermektedir.
Evrim teorisini geçersiz kılan
bilimsel kanıtları kitabın önceki bölümlerinde ele aldığımız için, bu kısımda
sadece Kuran ayetlerini inceleyecek ve "evrimci yaratılış" tezini
savunan yorumcuların bazı ayetler hakkındaki hatalı yorumlarını ortaya
koyacağız.
İsrailoğulları'nın Maymun Kılınmasının Evrimle Hiçbir İlgisi Yoktur
Ceviz Kabuğu programında gündeme gelen "Evrimci
yaratılış" tezi yönündeki yorumlardan biri, programının sunucusu Sayın
Hulki Cevizoğlu'na aittir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Sayın Cevizoğlu, daha
önceki bazı programlarında da olduğu gibi, evrim teorisi konulu programlarda da
olumlu bir yaklaşım sergilemiş, evrimci konuşmacıların bazı mantıksal
çelişkilerini tespit ederek cevaplandırmış, tartışmayı akılcı bir zeminde
tutmaya gayret etmiştir. Ancak Hulki Cevizoğlu'nun bir ayet konusundaki yorumu
isabetli değildir. Kendisi ilk programda aşağıdaki ayeti okumuş ve buradan
evrim teorisinin insan-maymun akrabalığı iddiasına bir paralellik kurmak
istemiştir:
Andolsun, sizden (İsrailoğullarından) cumartesi (günü)
yasağı çiğneyenleri elbette biliyorsunuz. İşte biz, onlara: "Aşağılık
maymunlar olun" dedik. Bunu, hem çağdaşlarına, hem sonra gelecek olanlara
'ibret verici bir ceza', takva sahipleri için de bir öğüt kıldık. (Bakara Suresi, 65-66)
Oysa ayetten evrim teorisine paralel bir mana
çıkarılamayacağı aşikardır. Bunun bir kaç ayrı sebebi vardır:
1) Ayette kast edilen ceza, programda Prof. Babuna'nın da
belirtmiş olduğu gibi, büyük olasılıkla manevi bir anlamdadır. Yani söz konusu
Yahudilerin fiziksel anlamda değil, karakter yönünden maymuna benzetilmiş
olması kuvvetle muhtemeldir.
2) Eğer kast edilen ceza fiziki manada gerçekleşmiş olsa
bile, bu doğa kanunlarının dışında gerçekleşen bir mucize olur. Burada Allah'ın
dilemesiyle, bir anda mucizevi bir dönüştürme, yani bilinçli bir yaratılış söz
konusudur. Evrim teorisi ise, türlerin milyonlarca yıllık zaman dilimlerinde
rastlantılarla yavaş ve kademeli olarak birbirlerine dönüştüklerini öne sürer.
Dolayısıyla Kuran'da bildirilen bu hadiseyle evrimin savunduğu senaryonun birbirleriyle
hiçbir ilişkisi yoktur.
3) Ayette kast edilen ceza, tarihte tek bir kez ve
sınırlı sayıda insan için gerçekleşmiştir. Oysa evrim teorisi tüm insanların
maymunlar ile akraba oldukları gibi bir senaryo öne sürer.
4) Ayette, insanların maymuna dönüşmesinden söz
edilmektedir. Oysaki evrim teorisinin iddiası ters
yöndedir.
5) Kuran'da, Maide Suresi'nin 60. ayetinde de Allah'ın
gazablandığı sapkın bir topluluğun maymunlara ve domuzlara çevrildiğinden
bahsedillir. Ayet şöyledir:
De
ki: "Allah katında, 'kesinleşmiş bir ceza olarak' bundan daha kötüsünü
haber vereyim mi? Allah'ın kendisine lanet ettiği, ona karşı gazablandığı ve
onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı ile tağuta tapanlar; işte bunlar,
yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır."
(Maide Suresi, 60)
Bu durumda, baştan beri incelediğimiz hatalı mantık örgüsü,
ayette insanın yalnız maymunla değil domuzla arasında da bir evrimsel bağa
işaret olduğu gibi gerçek dışı bir sonucu çıkartacaktır. Halbuki evrimcilerin
dahi domuzla insan arasında böyle bir bağlantı olduğuna dair bir iddiaları
yoktur.
Buraya kadar da anlaşıldığı gibi, Kuran'ın bazı
ayetlerinde evrim teorisine dair birtakım işaretler bulunduğu iddiası hem
Kuran'ın bütünüyle hem de evrim teorisinin kendi tezleriyle çelişen bir
yanılgıdır.
PROF. İSMAİL YAKIT'IN
"EVRİMCİ YARATILIŞ" YANILGILARI
Evrim teorisi
konulu Ceviz Kabuğu programlarının ikincisinde stüdyo konuğu olan Süleyman
Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. İsmail Yakıt da
"Kuran'da insanın evriminin söz konusu olduğu" yönünde bazı
iddialarda bulunmuştur. Sayın Yakıt daha da ileri giderek sözde "evrimin İlahi
bir kanun olduğunu" ileri sürmüş, bazı ayetleri de bu iddialarına delil
olarak yorumlamıştır.
Ancak Sayın
Yakıt'ın bu iddiaları isabetli değildir. Kendisi bazı ayetleri yanlış
yorumlamaktadır. Gerçekte ise Kuran'da evrim teorisine dayanak oluşturan hiçbir
ifade yoktur. İlerleyen maddelerde Sayın Yakıt'ın yanılgıları incelenecektir.
1. Yanılgı: İnsanın "Evrimsel Merhaleler"
Sonucu Yaratıldığı Yanılgısı
"Size
ne oluyor ki, Allah'tan bir vakarı ummuyorsunuz? Oysa O, sizi gerçekten tavır
tavır yaratmıştır." (Nuh Suresi, 13-14)
İsmail Yakıt
yukarıdaki ayette geçen "tavır tavır" kelimesini "evrim
merhalelerinden geçirerek" şeklinde çevirmiştir. Oysa ayette geçen Arapça
"etvaren" kelimesinin "evrim merhaleleri" şeklinde
çevrilmesi Sayın Yakıt'ın tamamen şahsi yorumudur ve İslam alimleri tarafından
da ittifakla kabul görmemektedir.
"Etvar"
kelimesi "tavır, halet, durum" anlamına gelen
"Tavru" kelimesinin çoğuludur ve Kuran'da bu şekilde başka bir ayette
geçmemektedir. İslam alimlerinin bu ayetle ilgili tefsirleri de bu gerçeği
ortaya koymaktadır:
Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır, Kuran-ı Kerim Tefsiri'nde bu ayeti "Oysa o sizi aşama
aşama birçok hallerden geçirerek yaratmıştır" şeklinde tercüme etmiştir.
Ayetin tefsirinde bu aşamaları "evrim mertebeleri" şeklinde ifade
etmiştir. Ancak burada "evrim mertebeleri" ifadesi ile kast edilen
mananın insanın farklı bir canlı türünden kaynaklandığını öne süren evrim
teorisi ile hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim tefsirin hemen devamında bu aşamaların
neler olduğu şöyle ifade edilmektedir:
"… Ebu's-Suud'un açıklamasına
göre; önce unsurlar halinde, sonra gıdalar halinde, sonra karışımlar halinde,
sonra sperma halinde, sonra embriyon halinde, sonra et parçası halinde, sonra
kemik ve et halinde, sonra da bambaşka bir yaratılışla şekil vermiştir.
"Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." (Müminun
Suresi, 23/14). Bunları yapan o güzel yaratıcı ululama ve saygıya layık değil
mi? O sizi daha başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut ezip yok
ederek elem verici o azaplara düşüremez mi? Siz niye bunları düşünmüyorsunuz?"89
Elmalılı'nın
yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, bu ayette geçen aşamalar bir
insanın sperm olarak ulaştığı anne rahminde, önce embriyo, ardından bir et
parçası, sonra kemik ve et haline gelişip, sonra da bir insan olarak dünyaya
gelişini ifade etmektedir.
İmam
Taberi'nin Tefsiri'nde Nuh Suresi'nin 14. ayeti; "Halbuki O sizi
merhalelerden geçirerek yaratmıştır" şeklinde çevrilmiş ve "Önce
sperma halindeydiniz; sonra sizi kan pıhtısına, ondan sonra da bir çiğnem et
parçasına dönüştürüp yarattı" şeklinde açıklanmıştır.90
Ömer Nasuhi
Bilmen ise ayeti; "Halbuki, sizi muhakkak türlü türlü derecelerde
yaratmıştır" şeklinde çevirmiş ve şu şekilde tefsir etmiştir:
Haalık-ı Kerim (sizi muhakkak türlü
türlü derecelerde) muhtelif suretlerde (yaratmıştır). Siz bidayeten birer nutfe
idiniz, sonra kan parçası, et parçası, kemik sahibi oldunuz, sonra da bir insan
olarak vücut sahasına atıldınız. Bütün bu muhtelif, ibret feza hadiseler, inkılaplar,
bir Haalık-ı Hakim'in varlığına, kudret ve azametine birer parlak delil değil
midir? Ne için siz kendi yaradılışınızı hiç düşünmüyorsunuz!"91
Görüldüğü gibi
İslam alimleri Nuh Suresi'nin 14. ayetinde geçen ifadeyi ittifakla aynı şekilde
yorumlamış, sperm halinden insan haline geliş arasındaki aşamalar olduğunu
ifade etmişlerdir. Ayetin bu şekilde yorumlanması gerektiği ise, "Kuran
ayetlerinin yine Kuran ayetlerine göre tefsir edilmesi" prensibi gereğince
açıktır. Çünkü Allah başka ayetlerde insanın yaratılış aşamalarını anne
rahmindeki aşamalar olarak anlatmaktadır. Dolayısıyla "etvaren"
kelimesinden bu mananın çıkarılması gerekir. Bu kelimeden, insanın kökenini bir
başka canlı türüne bağlamaya çalışan evrim teorisine dayanak aramak, dayanaksız
bir yorumdur.
2. Yanılgı: Kuran'da Evrimsel Sürece İşaret
Bulunduğu Yanılgısı
"Gerçek şu ki, insanın
üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun
zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti." (İnsan Suresi, 1)
Yukarıdaki
ayet gerek Sayın İsmail Yakıt'ın gerekse programa İstanbul'dan katılan Sayın
Cengiz Özakıncı'nın evrime delil olarak sundukları bir diğer ifadedir. Yine Sayın
Yakıt'ın kişisel yorumlarına dayalı bir çeviriyle "kendisinden anılmaya değer
bir şey değilken" ifadesi "insanın bir insan olmadan önceki
hallerinin ifade edildiği" şeklinde açıklanmıştır. Oysa ilk iddia gibi bu
evrimci iddia da gerçeklerden uzaktır.
Altı çizili
ifadenin Arapçası şu şekildedir:
"lem
yekun şeyen mezkuren"
Lem yekun : değildi
Şey'en : bir şey
Mezkuren : zikredilen, adı geçen
Bu ifadeyi "evrimsel yaratılış"a bir delil olarak göstermek çok
zorlama bir yorumdur. Nitekim bu ayet İslam alimleri tarafından evrimsel bir
süreç olarak yorumlanmamaktadır. Örneğin Elmalılı Hamdi Yazır bu ayetteki zaman
ifadesini şu şekilde tefsir eder:
"Başlangıçta
ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan aşama aşama yaratılıp
orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar "çamur hülasası"
(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın maddesi olan meniye doğru yavaş
yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey olmuş, fakat insan diye anılan şey
olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır.
Hem dehrin başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur."92
Ömer Nasuhi Bilmen ise ayeti şu şekilde tefsir eder:
"Bu
ayetler, Cenab-ı Hak'kın insanları hiç mevcut, malum değillerken bilahare birer
katre sudan işitir ve görür bir halde yaratmış ve onları imtihana tabi tutmuş
olduğunu bildiriyor... Nev'i insan, bidayeten hiç mevcut değildi, sonra bir
müddet içinde bir katre sudan bir topraktan ve çamurdan musavver bir ceset
haline gelmiştir. O insan, o zaman malum değildi, onun ne gibi bir ismi haiz ve
ne için yaradılmış olduğu gök ve yer halkınca bilinmiyordu. Sonra kendisine ruh
nefh edilmiş, hayata kavuşmuş, yaradılışındaki gaye anlaşılmış, kendisi de
bilinip yadedilmeye başlanılmıştır."93
İmam Taberi ise ayeti, "İnsanın ‘(Adem'in) üzerinden öyle bir zaman
dilimi geçmiştir ki; o esnada o, şanı ve üstünlüğü olan bir şey bile değildi. O
sadece yapışkan bir çamur ve değişken bir balçıktı" şeklinde tefsir
etmektedir.94
Dolayısıyla da bu ayette geçen ve zaman ifade eden tanımı "evrimsel
süreç" olarak yorumlamak, Kurani yönden dayanağı olmayan subjektif bir
yorumdur.
3. Yanılgı: Sudan Yaratmanın
Evrimsel
Yaratılışa İşaret Ettiği Yanılgısı
Şüphesiz Biz
insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı
onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)
İsmail Yakıt birçok ayette geçen "insanın sudan yaratıldığı" şeklindeki
ifadeleri de evrimsel yaratılışa bir delil olarak göstermeye çalışmaktadır.
Sudan hareketle bütün canlıların oluştuğunu iddia etmektedir.
Oysa insanın sudan yaratıldığının ifade edildiği ayetler de yine İslam
alimleri ve tefsirciler tarafından her zaman spermadan yaratılma olarak açıklanmıştır.
Örneğin Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, İnsan Suresi'nin 2. ayetini şu şekilde
tefsir eder:
"… Şu şekilde
yaratıldı bir nutfeden. Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir.
Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır.
Fakat Kıyâmet sûresinin sonunda da geçtiği gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden
bu nutfe." (Kıyamet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu
ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere
"Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her
parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir
parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun
meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından
ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun
adı olduğu anlaşılır."95
İbni Taberi ise bu ayeti "… Adem'in zürriyetini erkeğin ve kadının
birbirine karışan döl sularından yaratmışızdır" şeklinde tefsir
etmektedir.96
Ömer Nasuhi Bilmen tefsirinde ise bu ayet şöyle açıklanmaktadır:
"... (Şüphe
yok ki: Biz insanı karışık bir damla sudan yarattık.) Erkek ile kadının
birbirine karışan sularından vücude getirdik. Evet... insanlar, bir müddet,
nutfe, yani: duru, safi bir su halinde ve bir müddette "alaka" yani:
uyuşmuş kan halinde ve bir müddette muzga, yani: küçük et parçası halinde
bulunmuşturlar. Daha sonra da kemik kesilip et ile bürünmüş, berhayat hale
gelmişlerdir..."97
Bu açıklamalardan da görüldüğü gibi insanın "karmaşık olan bir damla
sudan" yaratılmasının evrim teorisinin suyun içinde tesadüfler sonucu oluşan
bir tek hücreden aşama aşama insanın meydana gelmesi iddiası ile hiçbir bağlantısı
yoktur. Tüm büyük müfessirlerin açıkladığı gibi bu ayette insanın anne karnındaki
yaratılışına dikkat çekilmektedir.
İnsanın yaratılış aşamalarının anlatıldığı bir diğer ayet de dikkatli
incelendiğinde İsmail Yakıt'ın yorumlarındaki köklü yanılgı gözler önüne
serilmektedir:
Ey insanlar, eğer
dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık,
sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi
belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca göstermek
için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra
sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi
büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten
sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa)
geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat biz onun
üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten
(ürünler) bitirir. (Hac Suresi, 5)
Ayette bir insanın yaratılış aşamaları
tarif edilmektedir. Birinci aşama olan toprak, insandaki temel mineralleri ve
elementleri içeren hammaddedir. İkinci aşama ise bu elementlerin, anne karnındaki
yumurtayı döllemek için gerekli yapıya ve genetik bilgiye sahip olan spermleri
içeren ve Kuran'da karmaşık bir su tabiriyle tarif edilen menide bir araya
gelmesidir. Kısacası insanın temel hammaddesi topraktır. Toprağın özü, bir
damla menide o insanı meydana getirecek bir şekilde toplanmıştır. Ayette bu
"su" aşamasının hemen ardından insanın ana karnındaki gelişim aşamaları
belirtilmiştir. Oysa evrim teorisi, canlılığın sözde suda başlamasından insanın
ortaya çıkması arasında milyonlarca farazi aşama (ilk hücre, tek hücreliler,
çok hücreliler, omurgasızlar, omurgalılar, sürüngenler, memeliler, primatlar,
vs. ve bunların sayısız ara aşamaları gibi) olduğunu varsayar. Oysa ayetteki sıralamada
hiçbir şekilde böyle bir mantık ve tarif olmadığı çok açıktır. İnsanın bir
damla su halinden sonra alak haline geldiği bildirilmektedir.
Dolayısıyla, çok açıktır ki ayette, İsmail Yakıt'ın yorumladığının aksine,
insan türünün geçirdiği evrim aşamaları değil, tek bir insanın anne karnından
önceki, anne karnındaki ve doğduktan sonra yaşlılığına kadar devam eden yaratılış
aşamaları tarif edilmektedir.
İnsanın ve diğer canlıların sudan yaratıldığını bildiren diğer ayetlerde de
yine evrim teorisine dayanak oluşturacak bir mana yoktur. Bu ifadeyi içeren bazı
ayetler şu şekildedir:
O inkâr edenler
görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz
onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar
inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)
Allah, her canlıyı
sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde
yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde
yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç
yetirendir. (Nur Suresi, 45)
Bazı yorumcular bu ayetlerdeki "canlıların sudan yaratılması"
ifadesinde, evrim teorisine paralel bir mana var zannetmektedir. Oysa bu çok
yanlış bir yorumdur. Ayetlerde canlıların sudan yaratıldığı bildirilerek, canlıların
temel malzemesinin su olduğu haber verilmektedir. Nitekim modern biyoloji
ortaya koymuştur ki su, dünyadaki her canlının vücudunun en temel unsurudur. İnsan
vücudunun yaklaşık % 70'i sudur. Her canlı, vücudundaki su sayesinde hücre içi,
hücreler arası ve dokular arası ulaşımı sağlar. Su olmadan canlılık olamayacağı
kabul edilen bir gerçektir.
Bunun evrim teorisiyle hiçbir ilişkisi olmadığı ise açıktır. Evrim
teorisinin, "her canlının sudan çıkıp evrimleştiği" gibi bir iddiası
yoktur ki böyle bir ilişki kurulsun. Aksine teori, canlı türlerinin
birbirlerinden türediklerini ileri sürmektedir ki bu iddia her farklı canlı
grubunun Allah tarafından sudan yaratılmış (yani ayrı ayrı yaratılmış) olduğu
gerçeğiyle tamamen çelişkili bir iddiadır.
4. Yanılgı: Önce Topraktan Sonra
Sudan Yaratılmanın
Evrimsel Yaratılışa İşaret Ettiği Yönündeki Yanılgı
"Seni
topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı
tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?"
(Kehf Suresi, 37)
İmam Taberi bu ayeti şu şekilde yorumlamaktadır:
"... Baban
Adem'i topraktan yaratan, sonra seni bir erkeğin ve kadının spermasından
meydana getiren, sonra seni tastamam bir insan kılığına büründüren, kadın
değil, erkek haline getiren Allah'ı mı inkar ediyorsun? Sana bunca şeyleri
veren ve seni bu hale getiren Allah, ölüp toprağa dönüştükten sonra seni
yeniden yeni bir mahluk olarak meydana getirdi."98
Ömer Nasuhi Bilmen ise aynı ayeti şu şekilde tefsir eder:
"... Senin
aslın ve yaradılışın sebebi olan Hazreti Adem'i (topraktan) yaratan (sonra) da
seni (bir nutfeden) en yakın maddei vücudun olan bir katre meniden (yaratan
sonra da seni bir erkek olarak tesviye eden) seni böyle müteaddit etvari
hayatiye neticesinde tam, baliğ bir insan olarak vücuda getiren Haliki Kerimi
(inkar eder mi oldun) çünki ahiret hayatını inkar, onun zuhura geleceğini haber
veren ve ona kadir olan Allah Teala'yı
inkar demektir..."99
Yukarıdaki tefsirlerde de görüldüğü gibi Kehf Suresi 37. ayetin ve insanın
sudan yaratıldığının ifade edildiği diğer ayetlerin evrimsel yaratılışa bir
delil olarak gösterilmesi sadece kişisel yorumdur; ayetin böyle bir manası
yoktur. Ayette geçen "topraktan yaratılma" Hz. Adem'in yaratılışını,
sudan yaratılıp düzgün bir adam haline gelme ise spermden başlayan gelişmeyi
anlatmaktadır. Zaten Kuran'da anlatılan yaratılış aşamaları dikkatle okunur,
birbirini takip eden süreçler göz önünde bulundurulursa İsmail Yakıt'ın
yorumunun yanlış olduğu da hemen anlaşılır. Kuran'da aynı konuya işaret eden
pek çok ayet bulunmaktadır:
Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in
durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da
hemen oluverdi. (Al-i İmran Suresi, 59)
İsmail Yakıt'ın söz konusu yorumunu bir an için kabul
ettiğimizi varsaysak o takdirde yukarıdaki ayetten yaratılışı Hz. Adem'e
benzetilen Hz. İsa'nın da evrimle yaratıldığı gibi bir sonuç çıkarmak gerekir
ki bunun ne kadar mantıksız olduğu ortadadır.
Topraktan ve sudan yaratılmanın geçtiği diğer ayetlerde
de, az önceki maddede incelediğimiz gibi insanın evrim aşamaları değil, insanın
yaratılışının anne karnına düşmeden önceki, ana karnındaki ve doğumdan sonraki
aşamaları tarif edilmektedir:
Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku
içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla
sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir
çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca göstermek için. Dilediğimizi,
adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz,
sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden
kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey
bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri
çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat biz onun üzerine
suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler)
bitirir. (Hac Suresi, 5)
O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan
(embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü
(erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür
vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı
konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi
böyle yaşatır). (Mümin Suresi, 67)
Bir damla sudan (döl yatağına) meni döküldüğü zaman.
(Necm Suresi, 46)
5. Yanılgı: İlk İnsanın Bir
Süreç
İçinde Yaratıldığı Yanılgısı
Hani Rabbin meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım"
demişti. (Sad Suresi, 71)
Diğer iddialarında olduğu gibi bu iddiasında da İsmail Yakıt ayette geçen
bir ifadeyi kendi kişisel yorumlarına göre çevirmektedir. Yakıt altı çizili
ifadeyi "çamurdan bir beşer yapmaktayım" şeklinde tercüme etmekte ve
bunun evrim süreci içinde, yavaş yavaş yaratılışa işaret ettiğini iddia
etmektedir. Ancak ayetin Arapçası Yakıt'ın bu çevirisinin kişisel bir yorum,
kendi iddiasını desteklemek için kasıtlı bir çarpıtma olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır:
"İnni halikun beşeren min tın." = "Ben
çamurdan bir beşer yaratanım."
Bu ayette "yapmaktayım" şeklinde bir ifade bulunmamaktadır.
Nitekim ayetin devamında "onu bir biçime sokup üflediğim zaman O'na
secdeye kapanın" şeklinde geçmekte, ve buradan da "yaratma"
fiilinin bir anda olup bittiği anlaşılmaktadır.
Nitekim İslam alimleri de bu ayeti İsmail Yakıt gibi çevirmemektedir. Örneğin
Süleyman Ateş tefsirinde şu şekilde açıklamaktadır:
"Rabbin meleklere demişti ki "Ben çamurdan bir insan yaratacağım."
Allah, kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağını meleklere söylemiş, çamuru
insan şekline koyup içine de kendi ruhundan üfledikten sonra meleklere, insana
secde etmelerini emretmiş. Meleklerin hepsi secde etmiş. Yanlız cinlerden olan İblis,
kendisinin ateşten yaratıldığını, çamurdan yaratılan insandan hayırlı olduğunu
ileri sürerek insanın atasına secde etmemiştir."100
İbni Taberi de aynı ayeti "Ben çamurdan bir insan yaratacağım"
şeklinde çevirmiş ve şu şekilde tefsir etmiştir:
"… Bir zamanlar Rabbin meleklere: Ben, çamurdan bir adam yaratacağım,
buyurmuştu… Onun yaratılışını tamamladığım, suretini düzelttiğim, ruhumdan da
ona üflediğim zaman, kendisine secde edin."101
6. Yanılgı: Hz. Adem'in İlk İnsan
Olmadığı Yönündeki Yanılgı
Prof. İsmail Yakıt'ın "evrimci yaratılış" tezi çerçevesinde dile
getirdiği bir diğer iddia, Hz. Adem'in ilk insan olmayabileceği ve hatta insan
olmayabileceği şeklindeydi. Sayın Yakıt bu iddiasına delil olarak aşağıdaki ayeti
gösterdi:
Hani Rabbin,
Meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim"
demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis
ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var
edeceksin?" dediler. (Allah:) "Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben
bilirim" dedi. (Bakara Suresi, 30)
Prof. Yakıt ayette geçen "halife var edeceğim" şeklindeki ifadede
geçen Arapça "ceale" fiilini, "tayin etmek" kelimesi ile açıkladı.
Oysa "ceale" kelimesinin Kuran'da kullanılan anlamları şu şekildedir:
Ceale: Yaratmak, icad etmek/ çevirmek, yapmak, koymak, kılmak
Kur'an'da "ceale" filinin geçtiği diğer ayetlerden birkaç örnek şöyledir:
Sizi tek
bir nefisten yarattı, sonra ondan kendi eşini var etti (ceale) ve
sizin için davarlardan sekiz çift indirdi… (Zümer Suresi, 6)
De ki:
"Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren (ceale)
O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)
"Ve
ayı bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır.
(ceale)" (Nuh Suresi, 16)
"Allah,
yeri sizin için bir yaygı kıldı. (ceale)" (Nuh Suresi, 19)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi "Ceale" kelimesi Kuran'da
"tayin etmek" manasında kullanılmamıştır. Çoğu yerde "yaratmak,
icad etmek, yapmak" gibi anlamları vardır.
Ayrıca pek çok ayette de Hz. Adem'in topraktan yaratıldığı
belirtilmektedir. Hz. Adem'in, Yakıt'ın iddia ettiği gibi diğer insanlar içinde
bir insan olmadığı, özel ve farklı bir yaratılışa sahip olduğu bu ayetlerden de
anlaşılmaktadır.
Kuran'da Hz. Adem'in ilk insan olduğu hakkında verilen bir diğer önemli
bilgi de onun cennetten çıkarılmasıdır. Hz. Adem ilk insandır ve Allah'ın ilk elçisidir. Bu konudaki
ayetler herhangi bir yoruma yer vermeyecek kadar açıktır.
SONUÇ
Ceviz Kabuğu programı, ülkemizde ateizmin "evrim teorisi"
görüntüsü altında geliştiğini, bazı üniversitelere hakim duruma geldiğini
gösteren çok önemli bir gösterge olmuştur. Aynı zamanda evrimcilerin ne kadar
fanatik, önyargılı ve saldırgan olduklarını, düşünce özgürlüğünü hiçe sayarak
herkesi Darwinizm hurafesine inandırmak için propaganda ve baskı yaptıklarını
da göstermiştir.
Bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, evrim teorisi, bilimsel bir düşünce değil,
"bilim" kılığına bürünmüş ateizmdir. Bu tehlikeli fikir akımını
çürütmenin yolu ise, evrimcilerin kullandıkları bilimsellik maskesini düşürmek,
bilimin gerçek bulgularını ortaya koymak ve böylece yaratılış gerçeğini etkili
bir biçimde toplumumuza anlatmaktadır.
NOTLAR
1 Arda Denkel, Cumhuriyet Bilim Teknik Eki, 27 Şubat 1999
2 Doğal şartlarda bulunması mümkün olmayan özel şartlar (özel basınç,
ısı, enzim gibi) kullanarak yapılan sentez çalışmalarının "makul
çözümler" olarak kabul edilemeyeceği ortadadır.
3 "La Vie Vient-elle de L'Espace?", Le Figaro Magazin,
no: 142, 9 Ekim 1982.
4 Stanley
Miller, The Origins of Life on the Earth, 1974, s. 129.
5 W. R. Bird, The Origin of
Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 325.
6 Yaman Örs,
Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, ss. 40-41.
7 Yaman Örs,
Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 79.
8 Yaman Örs,
Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 29.
9 Yaman Örs,
Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 33.
10 The
Merck Manual of Medical Information, Home Edition, New Jersey: Merck &
Co., Inc. The Merck Publishing Group, Rahway, s.199.
11 S. R.
Scadding, "Do 'Vestigial Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary
Theory, cilt 5, Mayıs 1981, s. 173.
12 Colin Patterson, "Cladistics",
Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC.
13 Stephan Jay Gould, "The
Return of Hopeful Monsters", Natural History, cilt 86, Temmuz-Ağustos
1977, s. 28.
14 Charles Darwin, The Origin
of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press,
1964, s. 189.
15 Charles Darwin, The Origin
of Species, s. 177.
16 B. G. Ranganathan, Origins?,
Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
17 Warren Weaver, "Genetic
Effects of Atomic Radiation", Science, Cilt 123, 29 Haziran, 1956, s.
1159.
18 Gordon R. Taylor, The Great
Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48.
19 Michael Pitman, Adam and
Evolution, London: River Publishing, 1984, s. 70.
20 S.J.
Gould,"Evolution's Erratic Pace", Natural History, c. 86, Mayıs
1977.
21 N.
Eldredgec, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia
University Press, 1982, s. 45-46.
22 N.
Eldredgec, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia
University Press, 1982, s. 45-46.
23 Solly
Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications,
1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in
Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, cilt 258, s. 389.
24 J. Rennie,
"Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American,
Aralık 1992.
25 Alan
Walker, Science, cilt. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical
Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D.
Leakey, Olduvai Gorge, cilt. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s.
272.
26 Time,
Kasım 1996.
27 S. J.
Gould, Natural History, cilt. 85, 1976, s. 30.
28 Villee,
Solomon, and Davis, Biology, Saunders College Publishing,1985, s. 1053.
29 "Hominoid
Evolution and Climatic Change in Europe", cilt 2, Edited by Louis de
Bonis, George D. Koufos, Peter Andrews, Cambridge University Press 2001, 6.
bölüm
30 Holly
Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s.
307-325.
31 Fred Spoor,
Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine
Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt
369, 23 Haziran 1994, s. 645-648.
32 Henry Gee,
"Statistical Cloud over African Eden," Nature, 355 (13 Şubat
1992): 583.
33 Marcia
Barinaga, "'African Eve' Backers Beat a Retreat," Science, 255
(7 Şubat 1992): 687.
34 S.Blair Hedges, Sudhir Kumar, Koichiro Tamura, and
Mark Stoneking, "Human Origins and Analysis of Mitochondrial DNA
Sequences", Science, 255 (7 Şubat 1992):687
35 Science Magazine, 12 Ocak 2001, s. 293.
36 Ann
Gibbons, Modern Men Trace Ancestry to African Migrants, Science Magazine,
cilt. 292, no. 5519, 11 Mayıs 2001, s. 1051-1052.
37 Niles
Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, s. 126-127.
38 Henry Gee, In
Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117.
39 Roger
Lewin, Bones of Contention, s. 312.
40 John R.
Durant, "The Myth of Human Evolution", New Universities
Quarterly 35 (1981), s. 425-438.
41 G. A. Clark,
C. M. Willermet, Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, New
York, Aldine de Gruyter, 1997, s. 76.
42 Paul S.
Taylor, Origins Answer Book, 5. baskı, 1995, s. 35.
43 Frank
Salisbury, "Doubts About the Modern Synthetic Theory of Evolution", American
Biology Teacher, Eylül 1971, s. 338.
44 Journal
of Molecular Evolution, sayı 26, s. 99-121.
45 Sarich et al. 1989, Cladistics 5:3-32.
46 C.
E. N. 19(1), Aralık. 1996-Şubat. 1997, s. 21-22.
47 New
Scientist, 15 Mayıs1999, s. 27.
48 New
Scientist, cilt 103, 16 Ağustos 1984, s. 19.
49 Christian Schwabe, "On the Validity of
Molecular Evolution", Trends in Biochemical Sciences, cilt 11,
Temmuz 1986.
50 Michael
Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s.
290-91.
51 Norman
Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New
York: 1971, s. 33.
52 Norman
Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, s. 36
53 Edward S.,
Jr. 1967, The reply: Letter from Birnam Wood, Yale Review, 61:631-640.
54 Loren
Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958. s 227.
55 Aslında aynı
durum insanlarda da yaşanmaktadır. Yeryüzündeki farklı ırklar, coğrafi
izolasyon aracılığıyla farklı ırk özelliklerine sahip olmuşlardır. Bir grup
insanda siyah derililik özelliği baskın çıkmış, bunlar aynı bölgede yaşadıkları
ve kendi içlerinde çoğaldığı için siyah derili bir ırk meydana gelmiştir. Çekik
gözlü Uzakdoğu ırkları aynı şekildedir. Söz konusu farklı ırk özellikleri (deri
rengi, göz rengi, göz şekli, boy uzunluğu, saç rengi vs.) ilk insanların
genetik bilgilerinde bir arada bulunmasına karşın, zamanla dünyanın farklı
bölgelerinde yaşayan insan popülasyonlarında bu özelliklerin bazıları baskın çıkmış
ve baskın çıkan özelliğe göre ırklar meydana gelmiştir. Eğer coğrafi izolasyon
olmasaydı, yani dünyadaki tüm ırklar asırlardır birbirleriyle sürekli karışık
evlilikler yapıyor olsalardı, o zaman herkes "melez" olurdu;
zenciler, beyazlar, çekik gözlüler olmaz, insanların tümü bir
"ortalama"da buluşurdu.
56 Scott
Gilbert, John Opitz, and Rudolf Raff, "Resynthesizing Evolutionary and
Developmental Biology", Developmental Biology 173, makale no. 0032,
1996, s. 361
57 R. Lewin,
"Evolutionary Theory Under Fire", Science, cilt 210, 21 Kasım,
1980, s. 883
58 Fagerstrom,
T. P. Jagers, P. Schuster, and E. Szathmary. 1996. Biologists put on
mathematical glasses, Science 274: 2039-2040.
59 Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 64.
60 Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 61.
61 Bu konuda
ayrıntılı bilgi için; Michael J. Behe, "Experimental Support for Regarding
Functional Classes of Proteins to be Highly Isolated from Each Other", The
Weekly Standard, Haziran 7, 1999; Access Research Network; Jonathan
Sarfati, "Origin of Life: Instability of Building Blocks", Creation
Ex Nihilo Technical Journal, cilt 13, No. 2, 1999.
62 Sarah
Simpson, "Life's First Scalding Steps." Science News,
155(2):25, 9 Ocak 1999.
63 R.Shapiro, Origins:
A Skeptic's Guide to the Creation of Life on Earth, 1986, s.90-91.
64 Prof. Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, s.79
65 D.Loyd, The
Mitochondria of Microorganisms, (1974), s.476.
66 Gray &
Doolittle, Has the Endosymbiant Hypothesis Been Proven? s. 46,
Microbilological Rev.1,30 (1982)
67 Biology-The
Science of Life, s. 94, Wallace-Sanders-Ferl, 4th Edition, Harper Collins
College Publishers / Invitation to Biology, s. 253, Curtis-Barnes, Worth
Publishers Inc.
68 Mahlon B.
Hoagland, Hayatın Kökleri, TÜBİTAK 12.Basım, Mayıs 1998, s. 153.
69 Whitfield, Book
Review of Symbiosis in Cell Evolution, 18 Biological J.Linnean Soc. 1982,
s.77-79.
70 L.R.Croft, How
Life Began, s.93-94, Evangelical Press (1988).
71 Doolittle,
D.F., 2000. Uprooting the Tree of Life. Scientific American 282(2):
s.72–77.
72 Prof. İlhami
Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, s.22.
73 Biology-The
Science of Life, s.283.
74 Darnell,
Implications of RNA-RNA Splicing in Evolution of Eukaryotic Cells, Science,
cilt 1257, 1978, s.202
75 Prof. Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, s.79
76 Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
77 Philip E.
Johnson, Darwin on Trial, InterVarsity Press, ikinci baskı., Illinois
1993.
78 David Raup,
"Conflicts Between Darwin and Paleontology", Bulletin, Field Museum
of Natural History, cilt 50, Ocak 1979, s. 24.
79 Cemal Yıldırım,
Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s. 58-59.
80 Michael
Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 18.
81 Michael
Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996. s. 31.
82 Georges
Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, İstanbul: Sosyal Yayınlar,
1989, s. 84.
83 Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos, Bios, Theos. La Salle IL: Open Court
Publishing, 1992, s. 241.
84 Webster's
New Universal Unabridged Dictionary, Barnes & Noble, New York, 1994.
85 Ernst
Haeckel, The Wonders of Life, New York, Harper, 1904, s. 21.
86 Ernst
Haeckel, The Wonders of Life, New York, Harper, 1904, ss. 118-119.
87 In the
Shadow of The Reich: Nazi Medicine, Medical Experiments and Nazi Doctors, A
Film by John J. Michalczyk, First Run Features, New York, 1997
88 Türkiye Sorunlarına Çözüm Konferansı, VIII.
Oturum, Siyasal ve Yönetsel Sorunlar – 2, Oturum Başkanı: Prof. Taner Timur, 26
Aralık 1997
89 www.kuranikerim.com/telmalili/nuh.htm
90 İmam Taberi, Taberi Tefsiri, cilt 6,
s. 2631
91 Ömer
Nasuhi Bilmen, Kuran-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, cilt 8,
s. 3915
92 www.kuranikerim.com/telmalili/insan.htm
93 Ömer
Nasuhi Bimen, Kuran-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, cilt 8, s.
3915
94 İmam
Taberi, Taberi Tefsiri, cilt 6, s. 2684
95 www.kuranikerim.com/telmalili/insan.htm
96 İmam
Taberi, Taberi Tefsiri, cilt 6, s. 2684
97 Ömer Nasuhi Bimen, Kuran-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi ve
Tefsiri, cilt 8, s. 3915
98 İmam
Taberi, Taberi Tefsiri, cilt 3, s. 1268
99 Ömer
Nasuhi Bimen, Kuran-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, cilt 4, s.
1958
100 Süleyman Ateş, Yüce Kuran'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar
Neşriyat, s. 486
101 İmam Taberi, Taberi Tefsiri, cilt 4, s. 1991
RESİM ALTLARI#
5 Yaratılışın
bilimsel bir gerçek olduğunu anlatan Prof. Cevat Babuna konuşmasında görsel
malzemelerden de yararlanırken, Prof. Yaman Örs'ün konuşması klasik felsefi
yorumların ötesine geçmedi.
11 Bir
DNA molekülü ile basit organik moleküller arasındaki organizasyon farkı, bir
uçak gemisi ile bir tahta salın arasındaki farka benzer.
Bir salın
zamanla kendiliğinden gelişerek bir uçak gemisine dönüşmesi nasıl imkansızsa,
organik moleküllerin zamanla tesadüfler sonucu bir DNA molekülüne dönüşmesi de
aynı şekilde imkansızdır.
12 Bir DNA molekülü, deoksiribonükleotid
adı verilen bir grup molekülün milyonlarcasının bir zincir halinde art arda sıralanmasından
oluşur. DNA bir yana bunu oluşturan tek bir deoksiribonükleotidin dahi doğal şartlarda
tesadüfen meydana gelmesi imkansızdır.
12 Prof. Francis Crick
15 Stanley Miller
18 Deniz
kıyısında kumdan bir kale gördüğünde, bunu bilinçli bir kimsenin yaptığına değil
de kalenin dalgaların etkisiyle tesadüfen oluştuğuna ihtimal veren bir kimsenin
mantık örgüsüyle bir evrimcinin mantık örgüsü arasında hiçbir fark yoktur.
27 Yırtıcı hayvanların tehdidi altında
olan bir sürü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilenler hayatta kalacaktır. Ama
bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, sürünün fertlerini başka canlı
türlerine dönüştürmez.
KAÇINILMAZ
GERÇEK:
TAHRİBAT
EVRİMCİ İDDİA:
GELİŞME
32 Mutasyon etkileri
33
Milyonlarca yıl önce yaşamış canlıların fosil kayıtları bu canlıların günümüzde
yaşayan örneklerinden hiçbir farklılıkları olmadığını, dolayısıyla hiçbir evrim
geçirmediklerini göstermektedir.
36 Soyu tükenmiş binlerce maymun türüne
ve kaybolmuş insan ırklarına ait kafataslarını ve iskelet kalıntılarını
büyükten küçüğe sıralayan evrimciler bu yöntemle pek çok hayali ve uydurma soy
ağaçları üretmişlerdir.
47 İnsan
DNA'sı ile maymun DNA'sı arasındaki benzerlik iddiasının bilimsel bir temeli
yoktur. Bu iddia belli bazı proteinler üzerine kurulan evrimci bir spekülasyondan
ibarettir. Maymunun gen haritası çıkarılmamıştır ki böyle bir benzerlik karşılaştırması
yapılabilsin. Ancak DNA gibi muhteşem bir sistemin keşfinden sonra canlılığın
"Üstün bir akıl" tarafından var edilmiş olması gerektiğini anlamayıp
hala sayısal yakınlık ve benzerlik gibi unsurların evrime delil sanılması şaşırtıcıdır.
62 Prof. Ali Demirsoy Neden Çekirgeleri Tercih Etmiştir?
Burada incelediğimiz
bilgiler, evrimcilerin "türleşme" dedikleri biyolojik olgunun, tüm
canlıların doğal mekanizmalarla oluştuğunu öne süren evrim teorisine hiçbir kanıt
oluşturmadığını göstermektedir. Ali Demirsoy'un çekirge kolleksiyonunun cevabı
budur.
Ancak yine de
aklımıza bir soru gelebilir: Acaba Ali Demirsoy pek çok farklı canlı sınıflaması
arasından neden özellikle çekirgeleri seçmiş ve beraberinde stüdyoya getirerek
tüm Türkiye'ye "evrim delili" gibi göstermiştir? Neden Ali
Demirsoy'un favorisi çekirgelerdir?
Bu sorunun
cevabı, Florida Üniversitesi'nden bir grup biyoloğun, çekirgeler üzerinde yaptıkları
uzun araştırmalar sonucunda kaleme aldıkları Grasshoppers of Florida
(Florida Çekirgeleri) adlı bilimsel raporda bulunabilir. Entomoloji ve
Nematoloji Profesörü John Capinera ile Clay Scherer ve Jason Squitier
adlı iki biyoloji doktorunun yürüttüğü çalışmanın sonuçları 1999 yılında açıklanmıştır.
Raporda "What is a Species?" (Bir Tür Nedir?) başlıklı bölümde,
"çekirgelerin tür tanımı konusundaki yanılgılar" şöyle açıklanmaktadır:
... Birbirinden izole olmuş
ve birbiriyle üremesi imkansızlaşmış çekirge popülasyonları olmuş ve devam etmiştir,
çünkü çeşitli adalarda yaşayan bu popülasyonlar birbirleri ile temas
etmemektedirler. Ama bunlar gerçekten üreme açısıdan izole durumda mıdırlar?
Gerçek bir tür olarak kabul edilecek kadar birbirlerinden ayrılmış mıdırlar?
Çoğu zaman
farklı popülasyonların farlı bir tür oluşturup oluşturmadıklarını kesin olarak
bilmek zordur. Yine de, eğer görünüş ve davranış açısından büyük farklılıklar
gösterirlerse, özellikle bu farklılıklar üreme yapıları ve çiftleşme davranışı
ile ilgiliyse, onları ayrı türler olarak kabul etme eğilimi gösteririz. (Yine
de) bilim adamları arasında, belirli popülasyonların ayrı bir tür olarak tanımlanıp
tanımlanmaması konusunda anlaşmazlık vardır...
Türleşme görünüm ve şekil kadar,
davranış, fizyoloji ve genetikle de ilgilidir. Bunlardan sadece morfoloji ulaşılması
ve gösterilmesi kolay olandır. Dolayısıyla çoğu taksonomist (sınıflandırmacı)
türleri birbirinden ayırmak için morfolojik karakterlere dayanır. Ama ne yazık
ki, küçük bir coğrafi alanda dahi kayda değer bir morfolojik çeşitlenme
olabilmekte ve tek bir böcekte dev bir varyasyon gözlemlenebilmektedir. Pek
çok bilim adamı da, (inceledikleri) çekirgeleri yeni bir tür olarak tanımlamışlar,
ama sonra bu yeni türün aslında sadece bir başka türün morfolojik bir varyantı
olduğunu keşfetmişlerdir. ÇEKİRGELER RENK VE KANAT UZUNLUĞU KONUSUNDA ÇOK KAYDA
DEĞER BİR ÇEŞİTLENMEYE SAHİPTİRLER, DOLAYISIYLA PEK ÇOK HATALI TÜR TANIMINA
NEDEN OLMUŞLARDIR.1
Buradan anlaşıldığı
üzere, çekirgeler çok geniş bir genetik varyasyon (çeşitlenme) potansiyeline
sahiptirler. Dolayısıyla tek bir çekirge türünün içinde, birbirinden şekilsel
(morfolojik) olarak çok farklı görünen varyasyonlar türeyebilmektedir. Üstteki
raporda belirtildiği gibi, bunları inceleyen pek çok bilim adamı da, aynı türe
ait çekirge varyasyonlarını farklı tür olarak tanımlayıp yanılmıştır. Bir diğer
ifadeyle, çekirgeler, "türleşme" konusunda son derece yanıltıcı
bir kategoridir.
İşte Ali
Demirsoy'un çekirgeleri favori olarak seçmesinin, bu canlılara ait
kolleksiyonunu ekranlardan tüm Türkiye'ye göstermesinin nedeni de budur.
Demirsoy hatalı tür tanımlamalarına son derece müsait olan çekirgeleri seçmiş,
bu örnekle "türleşme" kavramını vurgulamış, sonra da bu kavramı çarpıtarak
evrim teorisine (makroevrime) delil gibi göstermiştir. Tüm bunlar Ali
Demirsoy'un, iddia ettiği gibi objektif bir biyolog değil, evrim teorisini
desteklemek için her yolu deneyen taraflı bir Darwinist olduğunun
göstergeleridir.
1) John Capinera,
Clay Scherer, Jason Squitier, Grasshoppers of Florida, University of
Florida, Institute of Food and Agricultural Sciences, 1999, Florida
Agricultural Experiment Station,
Publication No: R-05862;
(http://www.ifas.ufl.edu/~entweb/ghopper/intro3.pdf )
65 Proteinler, son derece
karmaşık yapıya sahip dev moleküllerdir. Her protein zincirinin özel bir
dizilimi vardır. Proteinlerin doğada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı
matematik hesaplarıyla ortaya konmuş bir gerçektir.
75 Bugüne kadar bir
bakterinin başka bir bakteriyi yutması gibi bir olay hiçbir şekilde gözlenmemiştir.
79 Prof. Dr. Philip Johnson
82 Bilinen en eski göz olan trilobit gözü yüzlerce
küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer alır.
Günümüzde yaşayan arı, sinek ve diğer böcek türlerinde bulunan ve son derece
kompleks bir yapıya sahip olan bu gözlerin birdenbire 500 milyon yıl önce
kusursuz biçimde ortaya çıkmasını rastlantılarla açıklamaya kalkışmak akıl ve
bilimle bağdaşan bir tavır değildir.
84 Prof. Michael Behe
85 Tek bir tanesi dahi eksik olsa işlev göremeyecek
olan sayısız parçadan oluşan gözler evrim teorisi açısından başlı başına bir çıkmazdır.
89 Edwin
Hubble
95 Ernst Haeckel